Thursday, 22 July 2010

atlas


bir keresinde öfkeyle karmıştım sevgimi
başıma gök düştü, ezildi omuzlarım
yıldızlar saçlarıma döküldü beyaz
bulutlar sindi gözlerime, ama
yandım içten başlayarak
yükseldim göğün karanlık boşluğunda
tek bir güneşim şimdi o gökte

Wednesday, 14 July 2010

araf

kaç saattir yürüdüğümü bilmiyordum. artık yürümeyi günlerle ifade etmeliydim. 5. günümdü sokaktaki. 12 saatlik tren yolculuğumu da hesaba katınca 6 gündür de uykusuzdum. tabi metronun ilk ve son durağı arasında gidip gelirken uyduğum 2 saatlik uykuları saymazsak. bir gece de parkta uyumuştum ağaçların altında. helena'yla mesajlaşıyorduk sürekli. dünyanın öbür ucundan, hindistan'dan bana yardımcı olmaya, sam'e ulaşmaya çalışıyordu ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. yaşadığı stresi tahmin edebiliyordum, ben bile daha rahattım belki ona göre..

o gece pazardı. gökyüzü alacakaranlık-gece moduna geçmişti. demek ki saat 11 ile 3 arasında bir vakitti.ana caddeleri bitirmiş, ara sokaklara merakla dalıyordum. üst caddeye çıkan karanlık bir merdivende üç-beş gölge takılıyordu. yukarı çıkarken birden burun deliklerim genişledi ve o özlediği kokuyu aldı.. içinde bulunduğum mülteci ruh haliyle es geçtim tabi, utanmıştım. ama böyle bir konuda ve bu haldeyken utanma olmazdı, değil mi? bir saat sonra tekrar aynı yerden geçtim. ayaklarım gideceği yönü biliyordu nasılsa. merdivenlerden çıkarken adımlarım ağırlaştı. derin bir nefes aldım ve iyice yavaşladım. tam bu anda duyduğum cümle gerçek olamazdı:

"içmesi nice?"

"ne? türkçe biliyor musn?!" bu kadar şaşırıp, bu kadar da sevinemezdim. durdum ve laflamaya başladık. çiftli aramızda dönüyordu artık. bir türk, bir yunan, bir de ben.. memleket hasretiyle tutuşan Mustafa bir çiftli daha sardı. istanbul'u özledi, türkiye'yi özledi ve "türkiyem" güfteli bir uzun hava tutturdu. içtikçe gözlerim açılıyordu..

mustafa'ya baktıkça "neredeyim ben? kim bu insanlar? n'apıyorum bu insanların yanında?" soruları beynimde çakmaya başladı. mustafa çantasının üzerinde oturuyordu, boyu düşündüğümden çok daha kısaydı ve tutturduğu uzun havayla bir keloğlan imajı çiziyordu önümde. sonra yunan arkadaşına isveççe birşeyler söyledi ve adam gitti. anlamıştım ne söylediğini ama paranoya ve trip beni sormaya itti:

"nereye gitti arkadaşın?"

"tatlı bir şeyler almaya yolladım.." evet doğruyu söylüyordu. sonra devam etti. "5 gündür sokaklardasın, görüyoruz.." birden gerilmeye başladım.

"arkadaşıma geldim ama ulaşamıyorum şimdi ona. haber bekliyorum." burada işim bitmişti. bütün kan bacaklarıma hücum etmeye başladı. kaçmak istiyordum ama yapılan ikrama karşılık mustafa'yı yalnız bırakıp gitmem hoş olmayacaktı. arkadaşı gelince hemen toparlanıp kalktım.

"nereye gidiyorsun?"

"tribe girdim, biraz yürümem lazım.."

"birşeye ihtiyacın olursa çekinme gel.." işte şimdi tam dehşete düşmüştüm. gecenin bu saatinde sokakta esrar içen bir adam bana nasıl yardım edebilirdi düşünmek bile istemiyorum. hızla yürüyüp uzaklaştım oradan. hava da aydınlanmıştı bile.

bu arada helena'ya mesaj atıp harika hissettiğimi yazmıştım. 4 saat önce berbat bir durumdayken şimdi değişmiştim. hayatımda yaşadığım en muhteşem kafa hala bu dakikalardır.

trafik ışıkları sürekli 'bip' sesleri çıkartıyordu. kırmızıda ve yeşilde ritimler hızlanıp yavaşlıyordu.  boş sokaklarda yürürken caddedeki bütün trafik ışıklarının sesini duyuyordum. dahası, kafamın içinde bir dj vardı da bütün sesleri düzenleyip harika bir şarkı çalıyordu. dans etmek istiyordum. nitekim de öyle yaptım. boş bir ara sokağa girip çılgınlar gibi dans ediyordum. sanırım ilk kez içimden gelerek dans etmiştim hayatımda..

Friday, 2 July 2010

düşüş

uçak indiğinde aklımda olan tek düşünce bir an önce otel bulup yemek yemekti. körükten çıktıktan sonra yolcumun yanımda olmadığını fark ettim. söylene söylene geri döndüğümde adamın yanında bir kadın polisle koca bir alman kurdunun durduğunu gördüm. artık geri dönemezdim. sırıtarak yanlarına gidip sordum:

"bir sorun mu var?"
"köpek sizden hoşlanmadı. lütfen beni takip edin.. nereden geliyorsunuz?"
"hindistan."
"nerelisiniz?"
"kıbrıslıyız arkadaşımla.."

bu arada, aramızda ingilizce konuşuyor olmamız da komikti tabi. uzun ve geniş koridorda ilerleyerek bir odaya girdik. hemen arkamızdan valizlerimiz gelmişti. odada 10 kadar polis vardı. rahat davranayım diye uçakta içtiğim şaraplar şimdi bir komediye sebep olacaktı.

valizimin yarısı türkçe kitaplarla doluydu. kitapları benim alacağım konusunda anlaşmıştık ciwanla. bunların hangi dilde olduğu tartışılırken, diğer taraftan eşyalarım didik didik ediliyordu. komikti, aradıkları birşeyler vardı: uyuşturucu. oysaki hindistan'dan bambaşka bir amaçla gelmiştik..

"poşetteki çamaşırlar kirli, kokarlar. açmanızı tavsiye etmem.." suratıma bir bakış fırlatıp açtı poşeti genç kadın. yüzündeki ekşimeyi görünce bilmiş bilmiş: "sizi uyarmıştım.." dedim. sağ tarafımda da cüzdanımı boşaltan iki erkek polis vardı. "başkalarının eşyalarını karıştırmak hiç hoş bir davranış değildir.." ne saçmalıyordum böyle. gelen cevap beni susturmalıydı.. "biz kötü çocuklarız!" bu sırada yanımda da yolcuma aynını yapıyorlar, bir yandan da sorguluyorlardı. çaktırmadan hem onları dinliyordum hem de ona göre cevaplar veriyordum.

küçük, beyaz duvarları olan, penceresiz bir odaya aldılar ayrı ayrı. tamamen soyunmamı istediler. çok utanmıştım. iki tane adamın karşısında bu şekilde soyunmak.. odadan çıktığımızda kitapların başında bir kadının onların dilini onayladığını gördüm. bu saatten sonra türk olduğumu inkar edecek değildim. hemen atladım:

"aa.. türkçe biliyor musunuz?"
"ben.. çok az bliyorm.."

evet, yaka kartına bakınca kadının yunan olduğunu gördüm ve yutkundum.. ne de olsa çantamdaki kıbrıs pasaportuydu..

buradaki işimiz bitince başka bir yere götürdüler bizi. havaalanı karakoluydu burası sanırım. bir hücreye koyulduk. hala yolcumu sakinleştirmeye çalışıyordum. sanki gerizekalı adam zaten buraya iltica etmeye gelmemişti. duvarlarda her dilden yazı vardı. benden önce gelen türkler sakinleştirici telkinlerde bulunmuşlardı. aslında belliydi ki onlar da çok rahattı.. 'rahat olursanız hiçbir şey olmaz. sakin olun yeter..'

tabi ki burada da rahat durmadım. hindistandan beridir sigara içmemiştim. sigarasızlık beynime vuruyor, hatta dışarı çıkmak için sinirlerimi yırtıyordu.

"sigara içmem lazım. bu benim hakkım. insan haklarına aykırı bu yaptığınız!!" nasıl bir saçmalıktır bu.. ama bedenimin buna ihtiyacı vardı. polis ısrarla beklememi söylüyordu. en sonunda kendi kullandıkları şeyi (bir tür tütündü sanırım ama çiğnenen cinsinden. hala tam olarak ne olduğunu bilmem..) uzattı. benim cevabım yine takdire şayandı:

"bilmediğim şeyleri kullanmam ben!" söylerken bile komik gelmişti bu..