Monday 28 September 2015

ölmek ve yaşamak arasında iki kelime

sırlarımı gömdüm
birden oldu
ışığın patlaması
gibi anlık
bir körlük

gömdüğüm sırlarımı
silkeledim topraktan
ağlamıyorum artık
geçmişin yüklediklerine
ölümün çok da
uzak olmadığını
bilince hayat
seni sarıyor
topuklarından gözlerine
hep kaçırıyorsun
bir gerçekten
bir yalandan
dilinden düşmeyen
sır oluyor
sesindeki kırılma

çatlakları örüyorum
sesimin çarptığı
bir engel
kırılıyor dökülüyor
öylece bakıyorum
gerçeğin ortasında
çıplak kişiliğimle

hayaller düşler
yerini kaybediyor
gerçeklik yırtıyor
büyük hasar
korku dikiyor
insanı ayağa

sanırım hayatım
anlamını buldu
intihar yayılınca
hayatına insanın
çıkıyor ummadığı
yoldan karşısına

sigarayı da bırakırım
sanırım yaşadığımız
her an
intihara atılan
bir adım
eğer benim
gibi yaşıyorsan

28/09/15

Monday 19 November 2012

akılevi


kirlenmek dedik bu akşam / güzel, kirlenmek / tozlarla pakladığımız benliklerimiz / dedik / bir hiç uğruna feda ettiğimiz zamanın içinden / aşınarak ve solarak dökülen kabuklarımız / yatağın boş bıraktığımız kenarı / geride bıraktıklarımız / ve elimize bulaşanlar / klavyedeki yabancı dil

başkasının bu ayrılık / kapıdan çıkan başkasının eşyaları / başkasınındı uzaklaştığımız sıcaklık / yabancılaştığımız sevgi unutulacaktı

aldın işte gözümdeki son ışığı / alıştım el yordamıyla tanımaya eşyayı / en çok neye gülüyorum / ikimiz de biliyorduk, o kapıdan çıktığımda / kaybedenin sen olduğunu

şimdi, takındın kibir tavrını / ve hala / kaybeden sensin

bom

boş bir akılevi içindeyim

14 / kasım / 2012
04 / 04

Sunday 23 September 2012

geçmişlere, geleceklere

nasıl kaptırdım ama hayatın akışına. eylül bitmiş neredeyse. eylül, ayların ecesi. ne koşturma, ne debelenmedir. farketmedim bile eylülün son haftasına geldiğimizi. sevdiğim tek albümü olmasına ve her bahar - ilki olsun, sonu olsun - dinlediğim sezen aksu albümünü bile dinlemeden geçiyor eylül.

serin eylül akşamlarından birinde diye bir kurgu oluşturup pastel tonlardan bir sahne yarattığım kısmı atlıyorum şimdi. birden afallayıp "neredeyim ben? burası neresi? bu ben miyim cidden?" dediğim ve bu anın etkisini azaltarak geçtiği dakikalardan bahsetmek istiyorum. neleri atlattığımızı, neleri atlatamadığımızı ya da kısaca neler yaşamış olduğumuzu durup düşünmeyi atladığım gerçeğini farkediyorum sessizce. ezikleniyorum kendime karşı. özür dilerim..

atlatamadıklarımdan bahsetmek için başlamadım bu yazıya. bu farkedememezliğimin verdiği tek güzellik atlatamadıklarımı hatırlamıyor olmam. anımsıyorum, ama neydi o gürültü?

kendimi artık atlatmak zorunda kalacaklarıma hazırlıyorum. etrafımdaki insanları kaybetmeye, sıfıra düşmeye, düşkün gösterilmeye.. insan büyüyormuş gerçekten de. bunu sıradışı zamanlarda verdiğiniz tepkilerden anlıyorsunuz. koltuğunuzda oturup göğsünüzü kabarttığınız zamanlarda hissettiğiniz başka birşeydir..

ne kadar büyüyebilir insan? bunun bir sınırı var mıdır acaba? olduğunu sanmıyorum gerçi. bugüne kadar çok küçülttüysem kendimi, bir o kadar da büyüyebileceğime iknayım. aldığım kararlardan mesulüm yine.

peki çevremdeki insanlar? dostlarım? arkadaşlarım? onlar da büyümüyor mu? onlar da öğrenmiyor mu? susmayı olduğu kadar konuşmayı da birlikte öğrendik ya bu insanlarla. beni büyüten annemle babam mı bir? adını saymaya gerek bile duymadığım, kim olduklarını çok iyi bilen sevdiğim ve sevmediğim insanlar ince ince dokuyarak, emek vererek büyüttüler beni.

yeri gelmişken, büyüdük dediysek durulduk demedik. demlendik, cılkımız çıktı. ama ekşiliğimiz hala aynı..