Monday 19 November 2012

akılevi


kirlenmek dedik bu akşam / güzel, kirlenmek / tozlarla pakladığımız benliklerimiz / dedik / bir hiç uğruna feda ettiğimiz zamanın içinden / aşınarak ve solarak dökülen kabuklarımız / yatağın boş bıraktığımız kenarı / geride bıraktıklarımız / ve elimize bulaşanlar / klavyedeki yabancı dil

başkasının bu ayrılık / kapıdan çıkan başkasının eşyaları / başkasınındı uzaklaştığımız sıcaklık / yabancılaştığımız sevgi unutulacaktı

aldın işte gözümdeki son ışığı / alıştım el yordamıyla tanımaya eşyayı / en çok neye gülüyorum / ikimiz de biliyorduk, o kapıdan çıktığımda / kaybedenin sen olduğunu

şimdi, takındın kibir tavrını / ve hala / kaybeden sensin

bom

boş bir akılevi içindeyim

14 / kasım / 2012
04 / 04

Sunday 23 September 2012

geçmişlere, geleceklere

nasıl kaptırdım ama hayatın akışına. eylül bitmiş neredeyse. eylül, ayların ecesi. ne koşturma, ne debelenmedir. farketmedim bile eylülün son haftasına geldiğimizi. sevdiğim tek albümü olmasına ve her bahar - ilki olsun, sonu olsun - dinlediğim sezen aksu albümünü bile dinlemeden geçiyor eylül.

serin eylül akşamlarından birinde diye bir kurgu oluşturup pastel tonlardan bir sahne yarattığım kısmı atlıyorum şimdi. birden afallayıp "neredeyim ben? burası neresi? bu ben miyim cidden?" dediğim ve bu anın etkisini azaltarak geçtiği dakikalardan bahsetmek istiyorum. neleri atlattığımızı, neleri atlatamadığımızı ya da kısaca neler yaşamış olduğumuzu durup düşünmeyi atladığım gerçeğini farkediyorum sessizce. ezikleniyorum kendime karşı. özür dilerim..

atlatamadıklarımdan bahsetmek için başlamadım bu yazıya. bu farkedememezliğimin verdiği tek güzellik atlatamadıklarımı hatırlamıyor olmam. anımsıyorum, ama neydi o gürültü?

kendimi artık atlatmak zorunda kalacaklarıma hazırlıyorum. etrafımdaki insanları kaybetmeye, sıfıra düşmeye, düşkün gösterilmeye.. insan büyüyormuş gerçekten de. bunu sıradışı zamanlarda verdiğiniz tepkilerden anlıyorsunuz. koltuğunuzda oturup göğsünüzü kabarttığınız zamanlarda hissettiğiniz başka birşeydir..

ne kadar büyüyebilir insan? bunun bir sınırı var mıdır acaba? olduğunu sanmıyorum gerçi. bugüne kadar çok küçülttüysem kendimi, bir o kadar da büyüyebileceğime iknayım. aldığım kararlardan mesulüm yine.

peki çevremdeki insanlar? dostlarım? arkadaşlarım? onlar da büyümüyor mu? onlar da öğrenmiyor mu? susmayı olduğu kadar konuşmayı da birlikte öğrendik ya bu insanlarla. beni büyüten annemle babam mı bir? adını saymaya gerek bile duymadığım, kim olduklarını çok iyi bilen sevdiğim ve sevmediğim insanlar ince ince dokuyarak, emek vererek büyüttüler beni.

yeri gelmişken, büyüdük dediysek durulduk demedik. demlendik, cılkımız çıktı. ama ekşiliğimiz hala aynı..

Thursday 30 August 2012

sessiz akşam

meğerse yarı saydam bir kürenin bulanık yarısındaymışız
ayak ve ter kokumla doldurduğum viraneliğin bir
demindeymişiz akşam üstü sığındığımız odalarda
kitaplar, oyunlar, bilgisayarlar derken
kendimizi dayanak yaptığımız bir mücadelede
sessiz müttefiklermişiz ve izlemişiz çöküşümüzü
bir gün, bir sabır, bir acaba, bir cevap derken
anlamsız kalmışız başımı omzuna koyduğum
parmaklarınla kolumu sıvazladığın bir teselli sonrası
basit bir ironiden ibaret kaldık ya böyle
ayrı odalarda çocukça suskunluklar arasında
daha da sözüm yok sana..

Monday 16 July 2012

bir normallik mi var?

bu sıcak havalarda dünyanın ve türkiye'nin haline şaşmaktan başka yapacak işim yok. sabrımı zorlayıp takip edebildiğimce ağzım açık kalıyor. bir öfke hissi, bir anlamsızlık kaplıyor bedenimi. bu tepkiyi insanlardan da bekliyorum. anlamsızca. böyle diyorum, çünkü tepki alabildiğim pek insan yok çevremde. geçen hafta avcılar'a gittim, annemlere. avcılar erkanıyla görüştük, ettik. herkes işsiz, herkes sömürülen. artık son hayat kırıntıları bile ellerinden alınma raddesine gelmişler. gelin görün ki çıt çıkmıyor. herşey alabildiğine normal. böyle olması gerekiyormuş gibi. bir başka arkadaşım da facebook'ta paylaştığım haberlerle ilgili gülüyor. artık herkese normal geliyor anormallik. hani garipliği vurgulamak için soracağımız soru değişiyor: 'bir normallik mi var?' her yanımız anormallik, hepimiz anormaliz.

iş arama serüvenime böyle böyle devam ederken bir iş buldum. yarın eğitimleri başlıyor. bula bula bir çağrı merkezinde iş bulmuş olmamı bir kenara bırakıp 'hiç yoktan iyidir..' diyerek kendimi avutuyorum. ben kendimi avutadurayım öyp kadroları açıklandı bugün. geç açıklandıkları yetmiyormuş gibi başvurular da haftaya başlayacakmış. ne yani? bir normallik mi var bunda? olası durumlar bunlar.

hayat eskileriyle, yenileriyle devam ederken yeni olanlar da eskilere karışıyor gitgide. yenilik adına elimde kalan bir tek iş bulmam oldu. daldan dala misali iş kolundan iş koluna koşuyorum. bunda da bir normallik yok. yani telaşa kapılacak bir durum yok. sakin olabilirim. tası tarağı toplayıp inzivaya çekilmem yakındır. hadi ordan dercesine bir küfür geçiyor içimden. ve o küfür dilimin ucuna kadar geliyor. tükürüyorum ben de ağzımda biriktikçe. böyle iğrenç metaforlarla kaplı bir hayat yani. umudum var mı, yok mu siz karar verin.

Wednesday 23 May 2012

günlerin getirdiği

 günlerin getirdiği bir avuç boşluk. evet, evet. boşluk. hiçlik. işsizlik.. :)

 şu sıralar vaktimin çoğunu iş aramak ve yüksek lisans başvuruları yapmakla geçirmekteyim. dahası gelecekle ilgili kaygılanmakla meşgulüm. neredeyse bir buçuk aydır işsizim. hani siz de bilin iş aradığımı.

 işsizim arkadaşlar! :)

 bir barda, kafede iş bulsam, öpüp de başıma koyacağım neredeyse. hatta üstüne atlaya da bilirim. o durumdayım.



 gelecek hafta ales açıklanırsa bir derece kafamı oyalayacak başka bir meşgalem olmuş olacak. hatta fiziken de oyalanacağım. artık yüksek lisans başvurularını fiilen uygulamaya dökebilirim. bu durumla ilgili de ayrıca kaygılıyım gerçi. geçen gün niyet mektubumu yazarken (3 haftadır yazmaya çalışıyorum da) birden kızdım. doğrudur. kızdım işte. "şöyle iyiyim, böyle süperim. alın işte kardeşim beni. pişman olmazsınız haa.." diyerekten kendimi pazarlamaya çalıştığımı farkettiğim an bıraktım yazmayı. ulan bu akademi! neyin reklamını yapıyorum? kendimi istediğim kadar öveyim, buna kanıp mı alacaksınız beni, ha?

 hayat zor olmaya devam ediyor sayın seyirciler..

 büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden muah!

Sunday 6 May 2012

sur içi (hey gidi istanbul)

güzel bir pazar günü. surların içinde, eski şehri keşfe çıkalım. labirent sokaklarında kaybolalım samatya'nın, cankurtaran'ın. banliyö treninin rayları şehrin unutulmuş tarihine kaysın. ahşap evleri, ermeni kiliselerini, kiliseden vurgun camileri görelim. ağzımız öyle bir açık, apaçık kalsın. sonra başımızı önümüze eğip iç geçirelim. yüzümüz kızarsın.

bu eşsiz şehre neler yaptık diye düşünelim toplum bilinciyle. yol kenarlarında öbekler halinde ortalığı dumana boğan oyverenler gibi değil de, hani insan gibi bir durup düşünelim. ne ateşlere, ne nefretlere direndi bu şehir. 600 yıllık türk zulmüne mağruz bıraktık şehri. sulu manastır'ın suyu kurudu, biz hala kiliseleri camiye çevirdik. tepesine minareyi dikince medrese bile olurdu. o güzelim evleri yaktık, kırdık. hem çaldık, hem yaktık.

elin ahlaksızistan'ında olsak buralar parlardı diye eziklenelim gizlice. bunu sesli söylersek iyice ezikliyorlar bizi. 'uğruna dökülen onca kan'la boyamışız meğer duvarları. savaştık ya, bitti. milliyetçisi de bir boka yaramıyor bu vatanın, komünisti de. liberali parselliyor da satıyor zaten. belki de böylesi iyi. ancak israillisi, amerikalısı, ingilizi, fransızı biliyor kıymetini böyle şehirlerin. biz türkler bir at üstünden indik, öbür ata bindik. hatta bir laf vardır bizim oralarda:


"at bokunun üstünden aldık, it bokunun üstüne koyduk."


not: cumhuriyet dönemi istanbul'unun fotoğraflarına bakmak isterseniz buyurunuz..

Saturday 5 May 2012

onun dışında havalar güzel


büyüdün mü sonunda küçük adam?

günlerdir kafamın içinde yankılana yankılana dağılan bir düşünce var. beni nereye götüreceğini kestiremediğim bir düşünce. azıcık ayağım kaysa, dengemi kaybetsem sonum olacak sanki. o yüzden durup bekliyorum öyle. hafif hafif debelenmelerle. o basit düşünce, o beylik mi beylik cümle.. dur, gülme..

hayat çok zor!

hayatımda hiçbir şey, hiçbir zaman tam yolunda gitmiyor nedense. her ne kadar alışmış olsam da bu duruma, insan "bi dur bakalım.." deyiveriyor. ilk kez aşk hayatım yolunda, ne güzel. fazlasıyla yolunda hem de. öyle kelebekli, çiçekli, böcekli de değil üstelik. ayaklar yerde, sağlam. ancak ve maalesef parayla aramız bir türlü düzelemedi. çalıştığım proje bitince kaldım dımdızlak. sevdiceğimin de işle ilgili problemleri var. oldu mu sana bulaşıcı züğürtlük. =)

mezuniyetten sonra bir boşluktur, bunalımdır, kaygıdır yaşamadım. hemencecik işim de oldu, gücüm de. zamansız yaşadığım birçok durum gibi, bu arada kalmışlığı da şimdi şimdi yaşamaya başladım. ben kimin? neredeyim? nereye gidiyorum? ne olacak acaba? aman da aman. çok sıkıcı mevzular. bir yol çizmek gerek artık. yaş geçiyor yoksa. 5 yıllık kalkınma planı yapsam, oturup ona göre çalışacak dermanım da yok.

onun dışında havalar güzel.


Wednesday 2 May 2012

"isyan! devrim! anarşi!"


"isyan! devrim! anarşi!"

böyle inledi caddeler. yıkılan vitrinler, dökülen camlar hepbir ağızdan aynı türküyü söyledi:

"isyan! devrim! anarşi!"

sonra dağıldı herkes. evli evine, köylü köyüne misali. gazeteler, televizyonlar 'maskeli bir grup' olarak andılar. sözlük yazarları en hafif ifadeyle 'vandal' dediler. dillerinde aynı slogan vardı. akıllarından ne geçiyordu, bilmiyoruz. ama duyuyoruz:

"isyan! devrim! anarşi!"

liseli çocuklarmış onlar, asi ergenlermiş. sonra ne bileyim; vitrinini, camını indirdikleri burgercilerde yemek yer; sigorta şirketlerine arabalarını sigortalatırlarmış. öyle diyor sözlük yazarları. ekşisözlük uyuyor. anarşistler dogrudan eylemlerine her yerde devam ediyor. yumruklarını sıka sıka:

"isyan! devrim! anarşi!"

bayram gününde yapılmazmış öyle andavallıklar. bakın siz hele laflara. ne zaman direnişin günü olmaktan bayram olmaya mutasyon geçirdi 1 mayıs? ağızlarına bal çalınan bu güzel insanlar körebe oynamayı ne zaman bırakacaklar acaba? karanlıklarına ne zaman isyan edip aydınlığın devrimini yapacaklar hayatlarında? devrimci bir insan olmadığımı çevremdekiler bilirler bilmesine ama devrim yapılacaksa da böyle yapılır diyorum.

Sunday 8 April 2012

Mardin'de Jübile

Şu an Mardin'deyim.. Mardin.. Heyecan, keşfetme ve merakla andığım bir şehir.. Güneydoğu'ya ne zaman gelsem bu hislerle dolup taşıyorum. Diyarbakır(Amed) çalışması sürerken de benzer duygular yaşamıştım. Bambaşka diyarlar buralar. Tek söylenecek söz bu olmalı. Modernlikle boğulmuş sözde kozmopolit şehirlerimizden çok farklı ve gerçek bir kozmopolitliğe aşina. Ortak dil (Türkçe) konuşulduğunda henüz anlayamadığım bir ağız kullanılıyor. Kürtçe deseniz hiç duymadığım bir ağızla. Arapça mı desem, Süryanice mi yoksa.. Beş gün içinde keşfedilmeyi bekleyen böyle bir şehir var önümde.. Not: Evet, Süryani şarabı enfes..

Saturday 7 April 2012

Görüş

Sana güzel şeyler söylemeye geldim.. Yeşillenen dağlardan, çalayan derelerden, parlayan güneşten bahsetmeye.. Dağlarda yaşayan insanlar, ovalara kurulan şehirler ve denizden gelen serin hava.. Anadalu'nun dört bucağını gören gözlerle geldim..

Tuesday 31 January 2012

düğüm

son deminde soluğu kesilen bir amatörün in-
tiharına sahne oluyor sokaklara dökülen neş'e
cinnetin serin sularına kanıyor deliler, denizler
dolusu intihar kokuyor sesinden ürken geceler
bütün imgeleriyle doldurdum ağzımı korkunun
kadınlar dökülüyor gözümden dinmeden, durmadan
şairler, ressamlar ve heykeltraşlar dokunuyor
kalbimin eksik parçasına, 'al beni de!' diye
çığlıklar kopuyor süregelen ölümlere içimden

bütün ölümlerin ötesinde kaldı onlar
hiçlikle kesiştikleri dar noktaya methiyeler
dizdiler ömürlerinden nefes çalıp
balzehir, hayat dolusu zehir damlamakta
çıktığım bu evden, sessizlik evi, suskunluk evi
pervasızca savrulan küfürlere takılıyor aklım
anlamın eril tasvirinde silikleşiyor mantık
dehlizler, dehlizlerde koşuyor o çılgınlar
ışık yok, bir kaçış arıyorlar heyhat

'ey, yüzleri 
               bir babakuş gölgesine 
                                   çakılmış olanlar, 
üzgün adım, ileri marş!'*










*nilgün marmara - kan atlası

Saturday 21 January 2012

güncelleme

zamancıklar zamanı kovalarken
yine geliyordum bu yolları
siz yoktunuz ya da vardınız dostlarım
peşi sıra geçiyordum odaları

teoman şarkıları gibiydim
oteller, yollar, yalnızlıklar
harbiden yalnızdım ama
bir zamanlar

bakınız, açılan yelkenlere
fethedilen denizlere
aşınan pabuçlarım
yeni bir şarkı söylüyor

büyük değişimlere gebe
bıraktığınız o velet şimdiye
üşümüyor yalnızlıktan ve de
göçecek o eve

(son kıta sakızlardan çıkan fallara benzedi sanırım =) )

Friday 20 January 2012

19 ocak'ta

bu sefer tepki vermeyeyim diyordum ama tutamadım kendimi yine..

hrant dink cinayetini 'bir ermeni öldürüldü de ortalık ayağa kaldırıldı' şeklinde yorumlayan tüm arkadaşlarıma sesleniyorum!

hrant dink hem gazeteci kimliğiyle, hem de ermeni kimliğiyle kısa cumhuriyet tarihimizdeki bir çok katliamın sembolü olmuştur. 90'larda sıkça gerçekleşen gazeteci ölümleri ve ermeni ve kürtlere yapılan zulümler tek bir sembolde birleştirilirse, bu hrant dink olur.

hrant dink davasında taraf devlet ve halktır. ne -sadece- silahlı bir örgütten bahsediyoruz burada, ne de tarafı olmadığımız katliamlardan. devlet en azılı şekilde bir silahlı örgüt olarak haklarımıza ve özgürlüklerimize tecavüz etmektedir. bu davayı azeri katliamı ya da türk-kürt savaşının şehitleriyle kıyaslamak teknik açıdan mantıksızlıktır.

'ermeni' adını duyunca tiksinmeyi bırakıp, tek bir kalemde sesimizi güçlendirmek için hala geç kalmış sayılmayız.

insanız, insanlığımızı korumak için her devlete ve millete karşı dimdik durdukça da insan olarak kalacağız.

saygılarımla..
ulan,

herkes biloğunu kapatıyor dışarı!