Wednesday, 13 January 2010

Polonya Üzerine Notlarım

Varşova’ya inişimde pasaport kontrol memurunun “Daha önce Batı Avrupa’ya geldiniz mi?” sorusundan anladım ki Polonya’yı bir Batı Avrupa ülkesi olarak görüyordu bazıları. İçten içe gülmüştüm. Daha sonra beni havaalanından alan arkadaşımın evine giderken buz gibi bir iklim ve mimariyle yüzyüze geldim. Binalarıyla, sokaklarıyla ve tramvaylarıyla bir Post-Sovyet ülkesiydi burası. Diktatörlüğün izlerini hala taşıyordu. Kafamda nereye geldiğime dair şaşkınlık ve soru işaretleri yankılanıyordu. Siteler halinde yapılmış konutları küçük odalardan oluşuyordu. Tüm bunları Polonyalı arkadaşlarıma söylediğimde içerleyerek ve nezaketlerini korumaya çalışarak inkar edeceklerdi daha sonra.
Önümdeki beş ayı geçireceğim şehir Varşova’nın hemen güneyinde, trenle iki saatlik bir mesafede olan Radom’du. Tren istanyonunda bir Türk arkadaşımla buluşup Radom’a doğru yola koyulduk. Trendeki bilgilendirme yazıları üç yabancı dildeydi; Almanca, Fransızca ve Rusça. İngilizce’nin bu kadar az kullanılmasına şaşırmıştım. Hatta daha sonra İngilizce bilen birilerini bulmanın zaman zaman ne kadar zor olduğunu da tecrübe edecektim. Trenler eskiydi daha çok, ülkenin dört bir yanı köşe bucak ağ gibi raylarla döşenmişti. Almanlardan ve Ruslardan hiç de azımsanmayacak bir iyilik olarak gördüm bunu.
Radom’a vardığımızda gece yarısıydı. Elimdeki adresi taksiciye verdiğimde epeyce dolandırılacağımı ve yanlış adrese bırakılacağımı bilemezdim. Taksicilere dair evrensel bir olgu olmalı bu. Sonunda yurda vardığımızda beklenmedik misafirler olduğumuzu gördüm. Geleceğimiz konusunda bilgilendirilmemiş resepsiyon görevlisi gecenin yarısında İngilizce bilen birilerini arıyordu. Sonunda geçici bir odaya yerleştirildik. Ertesi gün yurt müdüresinin yarım yamalak İngilizcesi’nin yardımıyla odama yerleştim. Şehirle ilgili bilgi almak için merkezdeki Tourist Information Office’e gittiğimde orada çalışan memurla, Krzysz(Chris), daha sonra arkadaş olduk. Şimdi okul başlayana kadar gezme vaktiydi.
İlk durağım Krakow oldu. Almanların yıkmadığı tek Polonya şehriydi Krakow. Tarihi dokusuyla ülkenin kültür başkenti olarak anılıyordu. Amiyane bir karşılaştırmayla Krakow İstanbul’a, Varşova da Ankara’ya benzetiliyordu. Tarihiyle eski başkent ve soğuk binalarıyla yeni başkent.
Yeni bir şehre gittiğimde müzelerini gezmektense sokaklarında yürüyüp insanlarını incelemeyi yeğlerim. Bu bugünü ve dünü, ve hatta geleceğiyle ilgili birçok tüyo verir gibi geliyor. Krakow’da eski Yahudi bölgesi olan Kazimierz Mahallesi şimdi gece hayatının merkeziydi bu şehir için. Varşova’dan Krakow’a kadar uzanan nehirde deniz taşımacılığının yapılmıyor olmasını garipsemiştim. Nehrin buna elverişli olmadığını söylediler. Zaten ülkenin kuzeyindeki Baltık Denizi’nden başka denizleri de yok, ki bu da soğuk bir deniz. Nehrin hemen yanındaki Vawel Kalesi, şehir başkentken kralın kaldığı yerdi, ve eski Papa’nın halkı selamladığı katedral de kalenin içindeydi. Bu katedralde kraliyet ailesinden bazı şahsiyetlerin mezar anıtlarıyla birlikte Avrupa’yı Viyana’da Türklerden kurtarmalarını temsil eden kabartmalar yer alıyordu. Polonya bu durumla övünüyordu. Kendilerini Avrupa’yı kurtaran devlet olarak görüyorlardı. Evvelki sene ‘kurtarışın’ yıl dönümünün şaşaalı bir şekilde kutlanması belediye başkanının gereksiz harcamalar yaptığla ilgili söylentilere neden olmuş. Son olarak Vawel Kalesi’nin altındaki mağaralarda yaşayan bir ejdarha ve prenses hakkında efsanesi de vardı.
Kapitalizmin ülkeye nasıl işlediğine daha sonra değineceğim ancak Krakow’la ilgili söylemem gereken bir diğer şey tren istasyonunun hemen yanındaki büyük alışveriş merkezi Centralna Krakowka gerçekten büyük ve güzel bir yerdi. Ziyaret ettiğim diğer şehirlerde böyle büyük ve kompleks bir alışveriş merkezi görmediğim için değinmek istedim.
Sonrasında Krakow’a 2 kere daha gittim. Buna rağmen Auschwitz’i çeşitli nedenler yüzünden görememiş olmamı Polonya’ya tekrar gitmek için bir bahane olarak görme iyimserliğinde olmak istiyorum. Auschwitz’e gitmek istediğimi söylediğim her Leh bana gitmememi söyledi. Bu konuda çok hassas olduklarını söyleyebilirim. Burada yapılan soykırımın çok üzücü olduğunu ve bu kampın gerçekten acı verici olduğunu söylediler. Gerçekten de orayı ziyaret eden bütün arkadaşlarım günlerce etkisinde kurtulamadı. Herkes hep bir ağızdan gitmememi söylüyordu. Ülkedeki azınlıklar nüfusun %2-3’den fazlasını oluşturmuyor. Hitler Almanyası Polonya’da sırasıyla Yahudileri, Lehleri ve çingeneleri kırmışlardı. Hatta korkunç bir şekilde Lehlerin derilerinden eldiven yaptıklarını da öğrenince dehşete düşmüştüm.
Radom’a döndüğümde Türk bir oda arkadaşı istemediğim için birbuçuk ay kadar yalnız kaldım. Bu süre içinde çok fazla dışarı çıktığım söylenemez. Sınıfım 30 Türk ve bir İspanyol’dan oluşuyordu. Selçuk Üniversitesi sanki Radom’a taşınmıştı. İstanbul’dan geldiğim için Türkler tarafından garipseniyordum. Zaten daha sonra yaşadığım sorunları da yalnızca Türklerle yaşamıştım. Oda arkadaşımın geldiğine sevinmiştim ancak daha sonra bu sevincim de kursağımda kalacaktı. Bulgar arkadaşımın(adını asla söyleyemedim) İngilizcesi yok denecek kadar kötüydü. Yalnızca zaruri durumlarda konuşuyorduk. Bir anlamda yine yalnız kalmıştım. Neyse ki ben oda değiştirmeyi düşünürken o başka bir odaya taşındı ve bir sabah aniden JP geldi.
JP(Jean-Pierre) Kanadalıydı. Quebec’ten gelen bir AISECer’dı. Bu sefer de hiç susmayan bir çocuğa denk gelmiştim ama eğlenceliydi. Marstan gelmiş gibi Avrupa’yı garipsiyordu sürekli. Zaman zaman aşağılıyordu da. Bir keresinde bandın üstündeki ‘Made in EU’ yazısıyla alay etmesine dayanamayıp susturmuş, ABD’nin de aslında bir birlik olduğunu hatırlatıp alay etmesinin yersiz olduğunu söylemiştim. Buna bozulmuştu biraz ama birinin dur demesi gerekiyordu JP’ye.
Soğuk ülke insanlarının soğuk olmasının bir hurafe olduğunu söyleyebilirim. Bunu Polonya ve İsveç tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Birçok açıdan Türklere yeğlerim bu insanları. Polonyalılara gelince, yaşıtlarım komünist rejim sonrasının ilk kuşağıydılar. Kapitalist rejimin dayanaklarından biri saydığım bireysellik henüz kendini çok fazla belli etmiyordu. Komünizmin toplumsal bilinçaltına kazıdıkları kolaylıkla silinemeyecek ve Polonya batılı anlamda bir Avrupa ülkesi olamayacak bana kalırsa. (Aynı Türkiye gibi.)
Radom’da vaktimi nasıl geçirdiğim oranın insanları ve kültürü hakkında edindiğim tüm yargıların toplamıdır aslında. Votkalarıyla övünen insanlardı Lehler. Bunda haklılar da. Ruslardan sonra en çok votka içenler onlardı. Bununla doğru orantılı gördüğüm bir diğer durum da eğlenmeyi çok iyi biliyor olmaları. Barlarında, kulüplerinde insanları rahatsız edenler yine var, ama Türkiye’yle kıyaslarsak çok daha rahat. Kadın-erkek ilişkilerinde gördüğüm kadarıyla erkekleri ısrarcı ve kaba değil bizimkiler kadar. En azından bu ısrarcılıkları kabaca değil. Avrupa’nın ortak kültürü biraz da buydu sanırım.
Türklere benzedikleri bazı noktalar da gözüme çarptı. Bu yıl okulumuzda erasmus öğrencisi olan Ania ve ailesini bu konuda örnek gösterebilirim. Radom’daki Türk öğrenciler evlerinde, evlerinde olmasa da yurtta annesinin yaptığı yemeklerden yemişlerdir. Her zaman ve her şart altında Ania yardımlarına yetişmiştir. Doğrudan bir ifadeyle gelenek olarak ve aile yapısıyla çok da farklı değiliz.
Yukarıda bahsettiğim Krzysz bugüne kadar tanıdığım en ilginç insanlardan birisiydi. Şehir yenileme komitesinde gönüllü olarak çalışıyor, Radom’un tarihinin Radomlularca bilinmemesine üzülüyordu. Gerçekten de bana gösterdiği Radom benim gördüğüm Radom’dan daha ilginçti.
Polonyalıların en can sıkıcı yönleri Katolik olmalarıdır, hem de koyu Katolik. Mübağala etmek gerekirse, her köşe başında bir kilise görmek bana kendimi evimde hissettirdi. Hele ki otobüsle kilisenin önünden geçerken insanların istavroz çıkarması beni korkutmuştu, hele ki gençlerin bunu yapmasından daha çok korkmuştum. Din konusunda çok hassaslar. Eski Papa ulusal bir kahraman olarak görülüyor. Ölüm yıldönümünde çoğu kişi pencerelerinin önüne mum yakıp koymuştu. Dine bu kadar sarılmalarını anlayabiliyorum aslında. Papa komünizme dini açıdan karşı olmalıydı ki komünizmden kapitalizme geçişte önemli bir köşe taşı olmuştu. Bir başka deyişle muhafazakarlar galip gelmişlerdi. İşte tam da bu anlattıklarımdan dolayı Türkiye’yle Polonya’nın dini-kültürel açıdan tek farkı Müslümanlık-Hristiyanlık, ya da Sünnilik-Katoliklik’tir.
Eğitim sistemleri bizimkinden farklı. Bu konu her zaman kafamı karıştırmıştır. Ülkemde oturmuş bir eğitim sistemimin olmamasına, dahası sürekli değişmesine bağlıyorum bunu. Üniversiteye giriş sınavı her ders için ayı oluyor ve sözlü mülakat da sınav sisteminin bir parçası. Hatta bu, üniversitedeki sınav sisteminin de bir parçası. Genelde küçük çapta özel üniversiteler Polonya’da da var. Bu okullarda açıköğretim sistemine benzer bir sistem uygulanıyor. Normal, haftaiçi eğitimden daha yüksek fiyatı olan bu sistemi daha çok çalışan gençler tercih ediyor. Göze çarpar bir şekilde çalışkan bir ulus Lehler. Bu yönleriyle Batı Avrupa’da da ünlü olduklarını söyleyebilirim. İki haftada bir haftasonları çok yoğun bir şekilde üniversite eğitimi alabiliyorlar. Okuduğum okulda ağırlıklı olarak bu tür öğrenciler olduğu için haftaiçi hep boştu. Ülkede asgari ücret 1200 Zloty, yani yaklaşık olarak 300 Euro.
Polonya doğu-batı arasında Slav-Germen kültürüne sahip melez bir ülke. Komünizmin yarattığı travmayı atlatmaya çalışan Katolik bir Orta Avrupa ülkesi. Evet, Polonya’yı tek bir cümlede anlatmak gerekirse bu yeterli olcaktır.


Not: Yukarıdaki yazı dış politika analizi dersim için not yükseltme ödevidir. 2008-2009 bahar yarı döneminde gittiğim Polonya izlenimlerimdir.

4 comments:

sidik yarıştıran kaplumbağa said...

çok hoş ve bilgilendirici bir yazı olmuş eline sağlık. Auschwitzc'e gitmemekle iyi etmiş olabilirsin, birkaç arkadşımda aynı şekilde etkisinden günlerce kurtulamadılar. Tabi ne kadar hassas olunduğuna bağlı.
Asıl diyeceğim Quebec'lilerle ilgili. Sanırım genetik birşey, gittikleri her yerde aynı davranışları gösteriyorlar.

beenmaya said...

bir kısmını dinlemiştim de canlı canlı senden. pekiştirmiş oldum :)) ve de merak ettim alacağın notu haber verirsin di mi :))

Anonymous said...

ben de diyorum bu yazı neden bu kadar resmi bi dil ile yazılmış, meğersem senin ödevlerinden biriymiş. umarım A alabilmişsindir (:

--

yurtdışında türk türke nedense çok köstek oluyor ya, ben de bizzat benzer bi durumla karşılaşmıştım amerikada. çok can sıkıcı ve üzücü bi durum.

hem madem kısa dönemli gidiliyor, o halde kültürü hızlandırılmış bi şekilde öğrenebilmek için en iyisi oranın insanıyla vakit geçirmek olsa gerek. türkü, memlekette hep görüyorsun zaten.

bu arada ben Auschwitz'e gitmeyi gerçekten istiyorum (Yazar John Boyle'ın 9 yaşındaki karakterinin deyimiyle "Out-with"). biliyorum yüreğim kaldırmayacak ama insanın doğasındaki vahşetliğin ne boyutlara varabileceğini görmek adına belki olabilir.

Ozan Kayra said...

kaplumbağa,
quebeclilerle ilgili asıl söylemek istediklerimi yazamadım orda ödev olduğu için =) ha kötü şeyler değil tabi de ödevde olmazdı yani ;) uzayda yaşıyo bu adamlar heralde. hep duydum ki bi enteresan, böyle bi cins falan oluyolar ama eğlenceli yine de. bambaşka bi bakış açısı falan işte =p

ah maya ah.. öyle enteresan bi adam ki hoca vize notlarını bile bilmiyoruz henüz. bunu da ortalamamı yükseltmek için ekstradan istedi, sonra unuttu istediğini vs. yani öğrenirsem eğer öğrenirsin =))

emre, sloganım şu yurtdışındaysan: NERDE TÜRK, ORDAN ÜRK!! memlekette gördüğüm bazı türkleri de ah bi görmesem olmaz mı ki.. 'out-with'e ben de gidicem bi gün ama zamanını bilmiyorum. böyle ani olsun istiyorum ki tereddüt etmeye fırsatım olmasın =)) insanın doğasındaki vahşet için uzaklara gitmeye gerek yok. insan her yerde insan, ve hatta homo homini lupus..