this group is created to gather all social dicks and their funs.
then what is a social dick? a social dick goes out with girls(beings without a dick) to keep loutishes away. he pretends to be a boyfriend in a friendly way or a brother, shortly like a bodyguard.
you can think a social dick as a condom. he keeps sperms away from vaginas.
social dick relations are very popular between gays and straight women. you dont have to be gay to be a social dick. you can wish to keep your best friend safe.
bu grup sosyal s.kleri ve hayranlarını bir araya toplamak için kurulmuştur.
peki nedir sosyal s.k? sosyal s.k kızlarla(s.ki olmayanlar) dışarı çıkarak kıroları uzak tutar. bir arkadaş olarak sevgiliya da arkadaşmış gibi, kısacası koruyucu gibi davranır.
bir sosyal s.ki kondom olarak düşünebilirsiniz. spermleri vajinanızdan uzak tutar.
sosyal s.k ilişkileri eşcinseller ve düz kadınlar arasında çok popülerdir. bir sosyal s.k olmak için eşcinsel olmak zorunda değilsiniz. en iyi arkadaşınızı korumak isteyebilirsiniz.
not: bu yazi 'social dick / sosyal s.k' adli facebook grubumun tanitim yazisidir.
Wednesday, 28 October 2009
Monday, 26 October 2009
Memleket Nere?
Yeni tanışan insanların birbirlerine ilk sordukları sorulardan birisidir bu: “Memleket nere?” Bölünmenin ve etnik kökenlerin yoğun olarak tartışıldığı bu günlerde bizi bölen günlük unsurlardan bir diğerine değinmek istiyorum. Etnik bölücülüğün yanına kardeş olarak ‘memleketçiliği’ sunuyorum.
Memleketçiliğin yoğun olduğu bir ülkeden çıkmıştır ‘milliyetçilik’ kavramı. Fransızların memleketçiliği ünlüdür. Ülke içindeki bölgesel farklılıklara dayanır. Gelişmiş bölgelerle az gelişmiş bölgeler arasında aksan farklılıklarındaki vurguyla başlayan bu ayrımcılık geleneklerdeki ve fiziksel görünüşteki farklılıklar üzerinden sınıf ayrımcılığına kadar varır. Memleketçilik anne-babanın nereli olduğuna, bir ileri kademede de ataların nereden geldiklerine dayanır. Peki Türkiye’de memleketçilik ne durumda?
Topluluklar hakkında genel önermeler sunmak teker teker bireylerle ilgili (ön)yargılar edinmeye kadar varır. Örneğin, A şehrinden olanlar çok içerler, B şehrinden olanların eli uzun olur gibi. (Burada, toplulukların genel eğilimlerinin tüm bireylere mal edilmesinin yanılgısı vurgulanmaktadır.)
Memleketçilik etnik ayrımcılığa nazaran daha az rahatsız etmesine rağmen ondan daha derin, ayrıntılı ve minik parçalara bölmesiyle daha sinsidir. (Belki de görece daha büyük topluluklar oluşturmak tehlikeli sayılmaktadır?) Sözgelimi, önceleri İstanbul’a göç eden aileler şehirdaşlarıyla / köydeşleriyle yakın ilişkiler kurmuşlardır. Öyle ki aralarına başka şehirlerden gelenleri almama eğilimi göstermiş, komünler gibi yaşamışlardır. Bu küçük topluluklar zaman içinde örgütlenerek şehir / köy derneklerini oluşturmuşlardır. Bu dernekler hemşerilerini kollamış, geliştirmiş ve kalkınmalarını desteklemiştir. Büyükşehirlere yapılan yoğun göçlerin sonuçlarından biri olarak da görülebilecek bu yaklaşımla topluluklar geldikleri bölgelerin geleneklerine takındıkları tutucu bağlılıklarıyla büyükşehirleri sosyo-kültürel olarak etkilemişlerdir. Bu etki çokluk olumsuz yöndedir. Gettolaşmış mahalleler ve semtler güvenlik açısından sorunlar yaratırken eğitim, işgücü ve çevre gibi konularda da aksaklıklar ve yetersizlikler ortaya çıkarmıştır. Bu durumun göç veren şehirlerin de kalkınmasına olumsuz etkisi büyüktür.
Peki göç eden insanların vatanseverliği yargılanabilir mi? Ayrıca bu insanların geçmişlerine olan bu tutucu bağın sebebi ne olabilir?
Kısa yolcu ve açık bir yaklaşımla bu eğilimler pragmatiktir. Propagandası yapılan bu eğilimlerle toplum üzerinden birey olarak hayatta kalma amacına hizmet etmektedir. Bu pragmatiklik tembelliğe dayanmaktadır. Eğitimsizlik, öğrenmeye ve değişmeye güdülen kuşkucu miskinlik.
Diğer taraftan, bu tutucu eğilimlerin yanında kabataslak ‘modern’ diyeceğimiz bir eğilimden de bahsetmek zorundayız. Göç eden ailelerin ikinci ya da üçüncü kuşak çocukları doğdukları ve içinde büyüdükleri topluma –bazen kısmen- uyum sağlamışlardır. ( Aslında doğdukları kültür artık ne o şehrin kültürüdür, ne de memleketlerinin kültürüdür. İkisinin bir kombinasyonu olmuştur. ) Bu noktada ortaya çıkan sorun bir sıkışmışlık durumudur: Ailelerinden aldıkları kültür ve içinde büyüdükleri toplumdan aldıkları kültür arasında sıkışan bu bireyler tabiri caizse çemberin ne içinde, ne de dışındadırlar. Bu gri bir kültür tabakasıdır.
Toplumumuzun bu çok kültürlülüğünden yararlı çıkarımlar elde etmek bizim elimizde. Çözüm çatışmada değil uzlaşma ve yeni ve heterojen bir toplum elde edip hayatta kalmaktadır.
Not: Bu yazı 26.10.2009 tarihinde serbest yazarlar platformu'nda yayınlanmıştır.
Memleketçiliğin yoğun olduğu bir ülkeden çıkmıştır ‘milliyetçilik’ kavramı. Fransızların memleketçiliği ünlüdür. Ülke içindeki bölgesel farklılıklara dayanır. Gelişmiş bölgelerle az gelişmiş bölgeler arasında aksan farklılıklarındaki vurguyla başlayan bu ayrımcılık geleneklerdeki ve fiziksel görünüşteki farklılıklar üzerinden sınıf ayrımcılığına kadar varır. Memleketçilik anne-babanın nereli olduğuna, bir ileri kademede de ataların nereden geldiklerine dayanır. Peki Türkiye’de memleketçilik ne durumda?
Topluluklar hakkında genel önermeler sunmak teker teker bireylerle ilgili (ön)yargılar edinmeye kadar varır. Örneğin, A şehrinden olanlar çok içerler, B şehrinden olanların eli uzun olur gibi. (Burada, toplulukların genel eğilimlerinin tüm bireylere mal edilmesinin yanılgısı vurgulanmaktadır.)
Memleketçilik etnik ayrımcılığa nazaran daha az rahatsız etmesine rağmen ondan daha derin, ayrıntılı ve minik parçalara bölmesiyle daha sinsidir. (Belki de görece daha büyük topluluklar oluşturmak tehlikeli sayılmaktadır?) Sözgelimi, önceleri İstanbul’a göç eden aileler şehirdaşlarıyla / köydeşleriyle yakın ilişkiler kurmuşlardır. Öyle ki aralarına başka şehirlerden gelenleri almama eğilimi göstermiş, komünler gibi yaşamışlardır. Bu küçük topluluklar zaman içinde örgütlenerek şehir / köy derneklerini oluşturmuşlardır. Bu dernekler hemşerilerini kollamış, geliştirmiş ve kalkınmalarını desteklemiştir. Büyükşehirlere yapılan yoğun göçlerin sonuçlarından biri olarak da görülebilecek bu yaklaşımla topluluklar geldikleri bölgelerin geleneklerine takındıkları tutucu bağlılıklarıyla büyükşehirleri sosyo-kültürel olarak etkilemişlerdir. Bu etki çokluk olumsuz yöndedir. Gettolaşmış mahalleler ve semtler güvenlik açısından sorunlar yaratırken eğitim, işgücü ve çevre gibi konularda da aksaklıklar ve yetersizlikler ortaya çıkarmıştır. Bu durumun göç veren şehirlerin de kalkınmasına olumsuz etkisi büyüktür.
Peki göç eden insanların vatanseverliği yargılanabilir mi? Ayrıca bu insanların geçmişlerine olan bu tutucu bağın sebebi ne olabilir?
Kısa yolcu ve açık bir yaklaşımla bu eğilimler pragmatiktir. Propagandası yapılan bu eğilimlerle toplum üzerinden birey olarak hayatta kalma amacına hizmet etmektedir. Bu pragmatiklik tembelliğe dayanmaktadır. Eğitimsizlik, öğrenmeye ve değişmeye güdülen kuşkucu miskinlik.
Diğer taraftan, bu tutucu eğilimlerin yanında kabataslak ‘modern’ diyeceğimiz bir eğilimden de bahsetmek zorundayız. Göç eden ailelerin ikinci ya da üçüncü kuşak çocukları doğdukları ve içinde büyüdükleri topluma –bazen kısmen- uyum sağlamışlardır. ( Aslında doğdukları kültür artık ne o şehrin kültürüdür, ne de memleketlerinin kültürüdür. İkisinin bir kombinasyonu olmuştur. ) Bu noktada ortaya çıkan sorun bir sıkışmışlık durumudur: Ailelerinden aldıkları kültür ve içinde büyüdükleri toplumdan aldıkları kültür arasında sıkışan bu bireyler tabiri caizse çemberin ne içinde, ne de dışındadırlar. Bu gri bir kültür tabakasıdır.
Toplumumuzun bu çok kültürlülüğünden yararlı çıkarımlar elde etmek bizim elimizde. Çözüm çatışmada değil uzlaşma ve yeni ve heterojen bir toplum elde edip hayatta kalmaktadır.
Not: Bu yazı 26.10.2009 tarihinde serbest yazarlar platformu'nda yayınlanmıştır.
Tuesday, 20 October 2009
"öğretmenler yeni nesil sizlerin eseri olacaktır!"
bugün okulda aklımın kabullenemediği, beni şaşkına çeviren bir durumla karşı karşıya kaldım. daha doğrusu gerçekleşen bir olaylar silsilesinin kesin bir ayırdına vardım. durumu özetleyen üç kelime var: zihniyet, kayırmaca ve kutuplaşma..
tam da derste anlatılan konuya paralel olarak türkiye'nin siyasasına osmanlı'dan kalan gelenekselciliğe inceden inceye dokunarak merkeziyetçi zihniyetin kontrol edebilecekleri kişileri kayırıp birer maşa gibi kendi çıkarları doğrultusunda onları kayırarak ve teşvik ederek yönlendirmesi ve sınıf içinde yaratılan bilinçli ya da bilinçsiz kutuplaşma, bölücülük..
sözde akademisyen, profesör şahışların kulağında küpe olan öğrencinin öğrenci konseyine aday olmasına sakıncalı bakması ya da öğrenci kulüplerine kendi adamlarını sokması (bunu dolaylı ya da direkt etkileyerek ve yönlendirerek yapması) ne kadar kabullenebilir siz karar verin.
son olay şudur: yukarıdan yeni bir öğrenci kulübü kurulması emrini alan bir gurup üçüncü sınıf öğrencisi alt sınıflardan bir piyon bulurlar kendilerine. (insanları çıkarları için kullanmayı temelden öğreniyorlar. bir nevi usta-çırak ilişkisi bu.) piyonlarını kulüp başkanı yaparak sözde kendi amaçlarına, aslında onları yönlendirenlerin amaçlarına hizmet ettireceklerdir.
en acı olanıysa bu olayları şaşkınlıkla dinleyen hocanın ders esnasında zihniyet ve nesil yaratma açısından üniversitelerin liselerin devamı olduğu gerçeğini açıktan açığa söylemiş olması..
"öğretmenler yeni nesil sizlerin eseri olacaktır!" m.kemal atatürk (?)
Sunday, 18 October 2009
Tuesday, 13 October 2009
"kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim"*
sanat yaşamı yüceltir; insanı, neşeyi, sevmeyi.. bir yol olduğunu varsayarsak hayatın, o yoldan topladığı taşlardan yapılar inşa etmektir işte sanat. o taşların bazısı pürüzsüz bir dokudadır, aşınmıştır. bazısı ise kabadır, keskindir. ayaklarınızı, ellerinizi parçalar. sanata kan bular.
eline kan bulanmış sanatçılar belki de hayatı en güzel övenleridir. hayatın ışığını karanlık bir delikten izlerler ışığa huzme huzme kanarak. topladığı taşlardan duvarlar örerler bazen, bazense arka bahçelerine çitler dikerler. hayatı ölümle karşılamak, karanlığın içinden en keskin ışığa bakıp gözlerini kamaştırmaya benzer.
nilgün marmara da karanlık kuytusundan ışığa bakıp kanlı ellerini gözlerine tutanlardandı. hiç tanışamadık tabi ki, ben bir yaşımdayken öldü. hiç çığlık atmadan kendini evinin penceresinden attığını okumuştum. yüksekten korkarım ben. demek ki o korkmuyormuş. yazdıklarından bahsetmeyeceğim bu sefer. her yıl yaptığım gibi onu anacağım elbette. ama bu sefer içimden gelenleri yazarak.
yeraltı edebiyatımızda küfürler etmeden, cinselliğe bulaşmadan, kalemiyle ve kapalı kişiselliğiyle yer etti kendine. kimleri etkilemedi ki.. yazan, okuyan kaç kara yüreği kan bağladı..
nülgün marmara benim kahramanım. hayatı ölümle yüceltti. bu bilinçli yapılan bir eylem değildi elbette. elbette olabildiğince acı vericiydi ki bıraktı kendini. ama bazıları yaratıcılığın böyle bir lanetiyle doğuyor. geçen hafta metrodaki haber panolarından birinde görmüştüm; bilimadamları dahilerle delilerde ortak bir gen keşfetmişler. o da delilerdendi biraz (ben de deliyim ve bu anlamda deli insanları seviyorum) ve alabildiğine dehaydı şiirde.
nilgün benim kahramanımdır. kendimi bulduğum ve samimi bulduğum içten bir yürektir. nilgün insandır.
umarım acın bitmiştir nilgün..
not: geçen sene hazırladığım yazıyı buradan okuyabilirsiniz.
* nilgün marmara - kuğu ezgisi
Sunday, 11 October 2009
Polise inat sahildeyiz!
Polise inat sahildeyiz!
Yukarıda okuduğunuz başlık bir slogan. Avcılarlı gençlerin en uğrak yerlerinden birinde yaşanan üzücü bir olayın tutuşturduğu bir meşale bu slogan. 3 Ekim tarihinde Güney Tuna adlı bir arkadaşımızın yaşadığı polis terörü bu.
Avcılarlı gençlerden biri olarak buna benzer olaylara çok da yabancı sayılmam. Aramızda ‘Balkon’ diye adlandırdığımız bu yerde güzel ortamlar da yaşadık. İçkilerimizi içtik, sohbetlerimizi ettik, evimize gittik. Genciz ya, öğrenciyiz ya aldık içkilerimizi denize karşı içtik işte. Evinin dışında içme dediler sonra, dinlemedik, suç işledik, balkonda içtik yine.
3 Ekim’de yaşanan olayı görgü tanığı arkadaşlardan öğrendiğim şekilde iletiyorum şimdi:
Güney arkadaşlarıyla balkonda bira içmektedir. Sonra bir yunus ekibi gelir. İçkileri kaldırmalarını, on dakika sonra tekrar gelip kontrol edeceklerini söylerler. İki yunus polis geri döndüğünde arkadaşlar biralarını çöpe atmış, oturuyorlardır. Ne işleri var orda, evlerine gitsinlermiş. Vatandaş kendi parkından kovulmuştur. Sonra aralarında sözlü bir münakaşa başlar.
“Ne hakla kovuyorsunuz bizi”
Bu sözlü münakaşa itişip kakışmayla devam eder ve yunus polisler Güney’i tartaklamaya başlarlar. Bu arada 4 kişilik bir ekip daha çağırılmıştır. Etraftakilerin tepkisi üzerine ekipler Güney’i koluna girip parktan çıkarır ve mobese kameralarının da olduğu bir alana götürürler. (?) Güney elleri arkasından kelepçelenmiş, altı polis tarafından yere yatırılıp dövülmektedir.
“Kimliğim yok beni de alın”
Daha sonra ekip aracına bindirilen Güney araçta da şiddete maruz kalmıştır. Arkadaşlarından biri kimliğinin olmadığını ve onu da almalarını söylemiş, “suç işleyeceğim o zaman.” diyip üstelemiş. Ekipler sonunda onu da almışlardır.
10 dakikada sağlam raporu
Karakola götürülen güney’in işlemlerini olayın diğer kahramanı 1986 doğumlu 3 aylık bir polis yapıyor. Şiddet görmediğine dair bir belgeye apar topar imza attırılıp Avcılar Devlet Hastanesi’ne götürülen Güney’e 10 dakikada sağlam raporu veriliyor. Nedense Güney beyin kanamasından hastanede yatıyor hala..
“Avcılar’da polis şiddetine son”
Bütün bu olaylar üzerine Avcılarlı gençler 9 Ekim Cuma günü, Mustafa Burcu Parkı’nda(Balkon) bir basın açıklaması yapıp polis şiddetinin son bulması için hep beraber tepki gösterdiler. Eyleme 100 kadar Avcılarlı katıldı. Aynı gün de Güney telefonda konuşabilecek kadar kendine gelmiş.
“Sokaklarda polis istemiyoruz”
Basın açıklaması öncesi yürüyüş yapan gençlere bazı ‘sivillerin’ lafla sataşması üzerine yukarıdaki sloganı atmaya başlıyorlar. Daha sonra Balkon’a varan gençler biralarını içerek basın açıklamasını yaptılar. Gitar çalıp şarkı söyleyerek sloganlar atarak polis terörünü kınadılar.
Suça suç mu, suça ceza mı?
Aşikâr ki gençlerin suç işlemiş olmasını meşru hale getirmeye çalışmıyoruz. Suç işlenmişse hukuki işlem yapılır, cezası öyle verilir. Vatandaşın işlediği suç polise suç işleme hakkını vermemeli, vermez de.
Güney’in arkadaşları, Alexis’in kardeşleriyiz!
Olayla ilgili bir facebook grubu da var. Basın açıklamasını oradan bulabilir, dilerseniz destek de olabilirsiniz.
Not: Bu yazı 11.10.2009 tarihinde serbest yazarlar platformunda yayınlaşmıştır.
Friday, 9 October 2009
belki yarın
gözlerimi senin için kapıyorum bu kez
avuçlarım bir yudum suya açık
kana kana içmek olsun
yüzüme takındığım tebessüm
güneşi anımsatıyor
yağmur ardından bulutları aşan
beklenti bu
baharı çağrıştırıyor
gözlerimi umutla kapıyorum bu kez
avuçlarım bir yudum suya açık
kana kana içmek olsun
yüzüme takındığım tebessüm
güneşi anımsatıyor
yağmur ardından bulutları aşan
beklenti bu
baharı çağrıştırıyor
gözlerimi umutla kapıyorum bu kez
matmazel boyalıkuş
hüzün sızar araladığında
boyadığı yalancı kirpiklerinden
gözleri ödlek ağıtlar döker bayanın
sağlam ellerine
avucunda kahkaha taşır matmazel
okşar utanmazlığı cesurca
yeraltında uçan boyalı kuş
sahneyi arşınlıyor yüksek topuklarıyla
delikanlılar hayran güçlü vücuduna
çevik bir albatros sığ sularda
ağzında şarkılar
savaşmak için doğdu matmazel
kanat çırpıyor yaşamak için
edasında bir sessizlik
dalgın bakışlarında geçmişi taşır
ustura kadınlar, iğdiş oğlanlar
sokakların ince yaradılışlısı
merhametli yiğit
düşlerine giden geçide doğru
derin bir kuyu açıldı ağladığında
yastığına akan kırmızı sonu oldu ömrünün
Subscribe to:
Posts (Atom)