Monday 28 December 2009

Ultra Soft

Sanırım dengeyi hissetmeye başladım. Başarıyorum. Beni aşağı çeken o kefeyi hafifletmenin yolunu neredeyse iki yıl sonra buldum. Dilimden dökülen o cümle… Gaia’yla kütüphanede konuşurken bu kadar rahatlayacağımı bilemezdim. ‘Onu affetmeye ihtiyacım var, kendim için bunu yapmak zorundayım.’ Adımlarca önünde olmam, bildiklerimi bilmezlikten gelmem artık öfkelendirmiyor eskisi gibi. Birisini daha olduğu gibi kabullenmeyi öğrendim belki de. Bu bataklıktan kurtuluyorum. Kazanan ya da kaybeden olmasın. Bazı insanlar aşkı bulamıyor. Ne de aşk onları buluyor. Ben de onlardan biriyim. Buna karşı koymanın bir anlamı yok. Tek tesellim ailem ve dostlarım. Birinin eksikliği içimdeki boşluktan çok daha kocaman bir gedik açacak varlığımda. Böylesi de iyi.

Bu son haftada doğum günüm geçti gitti. Dopdolu bir yirmi üç yıl geçirmişim dünyada. Artık biliyorum ki kendimi gördüğüm ve görmeyi dilediğim yer böyle bir gölgelik hali. Salt iyinin olmadığını bir kez daha ispatladı hayat. Meleklerin cennette, cennetin de hiçbir yerde olmadığını, yalnızca bir ütopya olduğunu kabul etmek incinmemi önlüyor. Yine de yaptığım kötülükleri meşrulaştırmak değil amacım. Yaptıklarımı kabul ediyorum ve hala da arkasındayım hepsinin. ‘Öfke’ olmasa yaşanmazdı. Öfkeyi kontrol etmeyi öğrenince yaşamayı da öğreniyor insan. Ya da hayır. Öfkenin nesnesini tüketince, bitirince bunu başarmanın hissi güzelleştiriyor insanı.

Kafamdaki soru işaretleri benimle birlikte yaşamaya, çoğalmaya ve büyümeye hep devam edecek. Doğamı anlamaktan vazgeçmeyeceğim asla. Ve tüm karamsarlığıma rağmen aslında ne kadar da iyimser olduğumu itiraf edeceğim kendime hep böyle. Hala insanlar için, insanlık için, dünya için bir şeyler yapılabileceğine inanacağım. İşte beni asıl tüketen bu olacak. Öyle ya da böyle savaşların biteceğini, insanların böyle olması gerektiğini idrak edeceğini düşüneceğim içten içe, ümit edeceğim belki de. Bu, geleceğe dair bir umut. Bırakın da tutunacak bir dalım olsun yaşamak için. Bir tek, insanın içindeki kötülüğe inanarak gerçekçi olunmaz diyorum.

Bu yazıyı yukarıdakileri toparlayarak bitirmek istemiyorum. Madem güzel, bırakın dağınık kalsın..

24/12/09

boynumdan dökülen bu dokunuşlar..
bitiş anıyor tenimi
kış gülüşü oynaşıyor sonla
bitiş anıyor gözlerimi
ölüm benden çok uzakta
sözlerim kısa ömrümün çakılları

ben insanın tabiatıyla
koşarken gizli bahçemde
dudaklarımı okşuyor rüzgar
boşluk alıyor benliğimi
koşarken gizli bahçede

bitmek ne güzeldir
tanrının kollarında
seviyorsan eğer onu
ve açmışsan ellerini
ne güzeldir bitmek
tanrının kollarında

kızıl saçlı kadın
geldiğinde bana
huzur bulacak kalbim
belki de

Wednesday 9 December 2009

muah!

blogum,

seni ihmal ettim son zamanlarda. etmeye de devam edeceğimi bildirmekten kıvanç duymadığımı söylemek zorundayım.

son zamanlarda biteviye bir koşturma içerisindeyim. umuyorum ki haftaya bitecek bu da. dinecek en azından. umuyorum tabi. ablamın düğünü kocaman bir dönem kapladı resmen, ve yeni ve daha kocaman bir dönemin başlangıcı oldu. artık annem, babam ve benden oluşan bir eviz, haneyiz, aileyiz. evi de taşıdık geçen hafta, artık daha geniş bir odam var. pencere(leri)mden ışık bile giriyor odama. düğünden sonra araya bir vize haftası da sığdırdım. üstüne hasta olup iki gün ateşler içinde sayıkladım bile: anne, anne, 'karoshi', 'pandora'.. hem güldüm hem de hayatımda anne rolünde olan kadınları ekledim kendi annemin yanına. ilginç bir tecrübeydi. ateşli hastalığın yan etkileri..

evi taşıdıktan sonra fiziksel olarak zorlanmaya başladım. günde 3-4 saat uyku yetmiyormuş, metrobüste de uyuyormuş insan. sonra derste uyumamak için kasıyormuş. akşam vakti de uykuyu kaçırıp ayılıyormuş. ama yok artık, bugün güzel güzel uyku bekler beni. ev keyfi, dinlence vb. de keser beni. ayrıca yeni evde internet yok, kaçak da bağlanamıyorum bu sefer. en iyi ihtimalle 2-3 ay daha olmaz. hem internetsiz bir hayat istiyorum (ya da en aza indirmek) hem de maddi zorluklar, kısıtlamalar bağlıyor elimi kolumu.

evi de taşıdık. bitmedi benim curcunalı, aksiyonlu sıkıcı hayatım. bugün için bir sunum hazırladım, hayatımda hazırladığım en dandik sunumlardan birisi oldu. gelecek hafta için de bir başka sunumum var ki doğumgünümde sunum yapmak sınıf arkadaşlarıma içimden küfretmeme sebep olacak. işte bu sunumdan da sonra ne olacak bilmiyorum. şüphem yok ki bir iş çıkar.

çıkmadı mı? ben bulurum bir bela, bir uğraş, bir meşgale. bulamasam da kafa dinler, içime döner, derde-tasaya veririm kendimi, yine. zaten yalnızım diye hayıflanmakla tüketiyorum ömrümü. kimseyi anlamadığım gibi kendimi de anlamıyorum aslında. ne de olsa ben de bir kimseyim. yalnız kalmak için elimden geleni yapıyorum sanırım. diğer taraftan da (on the other hand gibi) birisi -hadi olmadı, birileri- olsun istiyorum hayatımda. e olmuyor.. o zaman iş bulayım; hem para kazanırım hem aklımı meşgul etmiş olurum diyorum. o da yok. işi kim kaybetmiş ben bulayım. iki ucu yoklu değnek dedikleri böyle bir meret.

farkındaysanız bol eylem yüklü bir yazı oldu bu. içim yok benim. içimi içime attım. artık günde 5, bilemedin 10 dakika ah, vah, öff, çok yalnızım, param da yok.. benzeri veryansınlar ediyorum. sonra başımı metrobüsün camına dayayıp rüyalar görüyorum. bu da iyi. bu da güzel. geçiş döneminde bu kadar düşünmenin kime faydası varmış. (bu geçiş dönemi de tam tantana.. nerden, nereye geçiş bu? bi de geçebilsem gam yemeyeceğim. geç geç bitmiyor zırtapoz. ne geçilmez geçişim varmış..)

ah gözünü sevdiğimin bilinç akışı. bak ne güzel döktüm içimi de rahatladım. psikolog falan hak getire. suratına bakıyor, sonra dalıyor kendi kafasına, konuşmanın bittiğini farkedip uyanınca 'hayat zor tabi..' diye başlayan alakasız cümleler kuruyor. bir de bilimsel. hadi canım sen de yani. sensin bilimsel. bilime o kadar alet olacak bir varlık olsam -ki dikkatini çekerim alet değilim en başta- bu kadar karın ağrısı çekmezdim zilyon yıl.

velhasıl kelam bu istanbul köyünde hava karardı iyiden iyiye. yolum da uzun. ufaktan naşlayayım ben efendim. kalın sağlıcakla.ellerinizden, gözlerinizden, yanaklarınızdan, dudaklarınızdan, gıdınızdan, bilimum güzel olan her noktanızdan öper selam ederim.

muah!

Monday 30 November 2009

come rain or come shine


Bugünü diğer günlerden daha kötü yapan neydi bilmiyorum. Bütün gün kafamda aynı soru yankılandı: Mutlu muyum? Mutlu musun? Mutluluk nedir? Bir insan neden mutlu olur? Bu mümkün mü? Nasıl olur da mutlu oluyor insanlar? Ve neden mutlu değilim?

Bugün diğer günlerdekinden daha karanlığım. Evet. Belki deliyim. Hayat başından sonuna bir deli saçması ya da bunalım olmalı. Başka bir açıklaması yok benim için. Yaşımın kaç olduğu, yarının neler getireceği umrumda değil. Mutlu değilim. Bugün, şu anda mutlu değilim. Yarın da mutlu olmayacağım. Çaba harcamadığımı düşünen insanlara ne diyeceğimi asla bilemedim. Kim her an mutlu olabiliyor ki. Açık açık kıskanıyorum mutlu insanları. Onlar olmasa kimse mutsuz diyemezdi belki benim için. Hep daha çok çabalamak zorunda kalıyorum onlar yüzünden. Çabaladıkça çaresizleşiyorum. Mutlu olmak için çırpınıyorum. Benim elimdeymiş gibi, sanki benim seçimimmiş gibi yargılanıyorum. Mutsuzum.

Mutlu olduğunu söyleyen insanların gözlerine bakıyorum. Sözlerine bakıyorum. Para mı mutlu ediyor onları, aşk mı, seks mi? Anlık mutlulukları hep var etmek için bunlar gerekiyor, evet. En son gerçekten mutlu olduğum zamanları hatırlıyorum. O zamandan beri hiç mutlu olmadım. İçimden o parça eksildi gitti. Mutlu olmadan da mutlu olabiliyor insan demek ki. Bakın, o parçam yok artık. Yine de gülebiliyorum.

Film izlerken ağlarım hep. Ne yapar eder her türlü filmde ağlarım. Bu yüzden kitap okumak daha az rahatsız ediyor. Algılarım daha karışıyor, dikkatim daha çok yoğunlaşıyor, ve unutuyorum kim olduğumu. Mutlu olmak bu belki de. Günün dışına çıktığımda tüm benliğimle, daha güçlü oluyorum. Yaratma gücüyle doluyor damarlarım. Onun dışında darbelere açığım. Neden? Mutsuzum çünkü.

Ölmenin yasal sayıldığı bir organizma bu. Mutsuz her insan ölme hakkını koruyabilmeli. Ölümde huzur var çünkü. Yarınlar için güce ihtiyaç duymaz insan. Çok kolay bir adım ve sonra ölümün mutluluğuyla dolar ruhun. Düşüncesi bile yarınlar için umut taşıyor bunun. Yarın ölebilirim! Yarın mutlu olabilirim!

O, çok bilen akıllara savunmak istemiyorum bu düşüncelerimi. Siz de ölün. Bunlar benim düşüncelerim. Eylem bile değil. Düşüncelerim bunlar. Deli doktorları tarafından yaratılmış sıradan insanı oynamaya devam etmek benim seçimim değil. Herkes kadar deliyim, ve herkesten çok bağlıyım yaşama. Yaşam demek ölüm demek. Benim için sakın üzülmeyin. Kendiniz için üzülün. Nasıl mutlu olabiliyorsunuz? Mutlu olduğunuz yalanına nasıl inanabiliyorsunuz? Bu ütopik fikirlerinizi bir kenara bırakın ve karanlık yanınızla yüzleşin.

Yarınlara inanmak için tek sebebimiz var: “Bitme riski taşıyor her parçamız.”

-dün-

Saturday 21 November 2009

bilinç vadisinde


nedir görüşümü kesen bu tabaka, bu
sis ileriyi kör eden bilinmez-
lik bir alaca hikaye kurgusu
şeklini yitirmiş geçmişin anı-
sıyla örülmüş duvarlar yıkılsın
karanlığa dikilmiş her yapı bir
gün mahkum yokolmaya ayaklar al-
tında. ellerimle araladım per-
deyi sağanak merakın yüzüne
bir gülüş, bir ışık vurdu yüzüme

Tuesday 17 November 2009

sana ulaşmak desem II

sana ulaşmak desem
meydanlarda koşmaktır bir bahar akşamı
ılık lodos rüzgarına dönük yüzüm
içkime kanmaktır boğaza karşı
ne çıkar sanki koşuşsa gençler
martılar kanat çırpsa bir parça simit için
sana ulaşmak desem
düşlerin en güzeli

Wednesday 28 October 2009

social dick / sosyal s.k

this group is created to gather all social dicks and their funs.

then what is a social dick? a social dick goes out with girls(beings without a dick) to keep loutishes away. he pretends to be a boyfriend in a friendly way or a brother, shortly like a bodyguard.

you can think a social dick as a condom. he keeps sperms away from vaginas.

social dick relations are very popular between gays and straight women. you dont have to be gay to be a social dick. you can wish to keep your best friend safe.



bu grup sosyal s.kleri ve hayranlarını bir araya toplamak için kurulmuştur.

peki nedir sosyal s.k? sosyal s.k kızlarla(s.ki olmayanlar) dışarı çıkarak kıroları uzak tutar. bir arkadaş olarak sevgiliya da arkadaşmış gibi, kısacası koruyucu gibi davranır.

bir sosyal s.ki kondom olarak düşünebilirsiniz. spermleri vajinanızdan uzak tutar.

sosyal s.k ilişkileri eşcinseller ve düz kadınlar arasında çok popülerdir. bir sosyal s.k olmak için eşcinsel olmak zorunda değilsiniz. en iyi arkadaşınızı korumak isteyebilirsiniz.


not: bu yazi 'social dick / sosyal s.k' adli facebook grubumun tanitim yazisidir.

Monday 26 October 2009

Memleket Nere?

Yeni tanışan insanların birbirlerine ilk sordukları sorulardan birisidir bu: “Memleket nere?” Bölünmenin ve etnik kökenlerin yoğun olarak tartışıldığı bu günlerde bizi bölen günlük unsurlardan bir diğerine değinmek istiyorum. Etnik bölücülüğün yanına kardeş olarak ‘memleketçiliği’ sunuyorum.

Memleketçiliğin yoğun olduğu bir ülkeden çıkmıştır ‘milliyetçilik’ kavramı. Fransızların memleketçiliği ünlüdür. Ülke içindeki bölgesel farklılıklara dayanır. Gelişmiş bölgelerle az gelişmiş bölgeler arasında aksan farklılıklarındaki vurguyla başlayan bu ayrımcılık geleneklerdeki ve fiziksel görünüşteki farklılıklar üzerinden sınıf ayrımcılığına kadar varır. Memleketçilik anne-babanın nereli olduğuna, bir ileri kademede de ataların nereden geldiklerine dayanır. Peki Türkiye’de memleketçilik ne durumda?

Topluluklar hakkında genel önermeler sunmak teker teker bireylerle ilgili (ön)yargılar edinmeye kadar varır. Örneğin, A şehrinden olanlar çok içerler, B şehrinden olanların eli uzun olur gibi. (Burada, toplulukların genel eğilimlerinin tüm bireylere mal edilmesinin yanılgısı vurgulanmaktadır.)

Memleketçilik etnik ayrımcılığa nazaran daha az rahatsız etmesine rağmen ondan daha derin, ayrıntılı ve minik parçalara bölmesiyle daha sinsidir. (Belki de görece daha büyük topluluklar oluşturmak tehlikeli sayılmaktadır?) Sözgelimi, önceleri İstanbul’a göç eden aileler şehirdaşlarıyla / köydeşleriyle yakın ilişkiler kurmuşlardır. Öyle ki aralarına başka şehirlerden gelenleri almama eğilimi göstermiş, komünler gibi yaşamışlardır. Bu küçük topluluklar zaman içinde örgütlenerek şehir / köy derneklerini oluşturmuşlardır. Bu dernekler hemşerilerini kollamış, geliştirmiş ve kalkınmalarını desteklemiştir. Büyükşehirlere yapılan yoğun göçlerin sonuçlarından biri olarak da görülebilecek bu yaklaşımla topluluklar geldikleri bölgelerin geleneklerine takındıkları tutucu bağlılıklarıyla büyükşehirleri sosyo-kültürel olarak etkilemişlerdir. Bu etki çokluk olumsuz yöndedir. Gettolaşmış mahalleler ve semtler güvenlik açısından sorunlar yaratırken eğitim, işgücü ve çevre gibi konularda da aksaklıklar ve yetersizlikler ortaya çıkarmıştır. Bu durumun göç veren şehirlerin de kalkınmasına olumsuz etkisi büyüktür.

Peki göç eden insanların vatanseverliği yargılanabilir mi? Ayrıca bu insanların geçmişlerine olan bu tutucu bağın sebebi ne olabilir?

Kısa yolcu ve açık bir yaklaşımla bu eğilimler pragmatiktir. Propagandası yapılan bu eğilimlerle toplum üzerinden birey olarak hayatta kalma amacına hizmet etmektedir. Bu pragmatiklik tembelliğe dayanmaktadır. Eğitimsizlik, öğrenmeye ve değişmeye güdülen kuşkucu miskinlik.

Diğer taraftan, bu tutucu eğilimlerin yanında kabataslak ‘modern’ diyeceğimiz bir eğilimden de bahsetmek zorundayız. Göç eden ailelerin ikinci ya da üçüncü kuşak çocukları doğdukları ve içinde büyüdükleri topluma –bazen kısmen- uyum sağlamışlardır. ( Aslında doğdukları kültür artık ne o şehrin kültürüdür, ne de memleketlerinin kültürüdür. İkisinin bir kombinasyonu olmuştur. ) Bu noktada ortaya çıkan sorun bir sıkışmışlık durumudur: Ailelerinden aldıkları kültür ve içinde büyüdükleri toplumdan aldıkları kültür arasında sıkışan bu bireyler tabiri caizse çemberin ne içinde, ne de dışındadırlar. Bu gri bir kültür tabakasıdır.

Toplumumuzun bu çok kültürlülüğünden yararlı çıkarımlar elde etmek bizim elimizde. Çözüm çatışmada değil uzlaşma ve yeni ve heterojen bir toplum elde edip hayatta kalmaktadır.


Not: Bu yazı 26.10.2009 tarihinde serbest yazarlar platformu'nda yayınlanmıştır.

Tuesday 20 October 2009

"öğretmenler yeni nesil sizlerin eseri olacaktır!"


bugün okulda aklımın kabullenemediği, beni şaşkına çeviren bir durumla karşı karşıya kaldım. daha doğrusu gerçekleşen bir olaylar silsilesinin kesin bir ayırdına vardım. durumu özetleyen üç kelime var: zihniyet, kayırmaca ve kutuplaşma..

tam da derste anlatılan konuya paralel olarak türkiye'nin siyasasına osmanlı'dan kalan gelenekselciliğe inceden inceye dokunarak merkeziyetçi zihniyetin kontrol edebilecekleri kişileri kayırıp birer maşa gibi kendi çıkarları doğrultusunda onları kayırarak ve teşvik ederek yönlendirmesi ve sınıf içinde yaratılan bilinçli ya da bilinçsiz kutuplaşma, bölücülük..

sözde akademisyen, profesör şahışların kulağında küpe olan öğrencinin öğrenci konseyine aday olmasına sakıncalı bakması ya da öğrenci kulüplerine kendi adamlarını sokması (bunu dolaylı ya da direkt etkileyerek ve yönlendirerek yapması) ne kadar kabullenebilir siz karar verin.

son olay şudur: yukarıdan yeni bir öğrenci kulübü kurulması emrini alan bir gurup üçüncü sınıf öğrencisi alt sınıflardan bir piyon bulurlar kendilerine. (insanları çıkarları için kullanmayı temelden öğreniyorlar. bir nevi usta-çırak ilişkisi bu.) piyonlarını kulüp başkanı yaparak sözde kendi amaçlarına, aslında onları yönlendirenlerin amaçlarına hizmet ettireceklerdir.

en acı olanıysa bu olayları şaşkınlıkla dinleyen hocanın ders esnasında zihniyet ve nesil yaratma açısından üniversitelerin liselerin devamı olduğu gerçeğini açıktan açığa söylemiş olması..

"öğretmenler yeni nesil sizlerin eseri olacaktır!" m.kemal atatürk (?)

Tuesday 13 October 2009

"kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim"*


sanat yaşamı yüceltir; insanı, neşeyi, sevmeyi.. bir yol olduğunu varsayarsak hayatın, o yoldan topladığı taşlardan yapılar inşa etmektir işte sanat. o taşların bazısı pürüzsüz bir dokudadır, aşınmıştır. bazısı ise kabadır, keskindir. ayaklarınızı, ellerinizi parçalar. sanata kan bular.

eline kan bulanmış sanatçılar belki de hayatı en güzel övenleridir. hayatın ışığını karanlık bir delikten izlerler ışığa huzme huzme kanarak. topladığı taşlardan duvarlar örerler bazen, bazense arka bahçelerine çitler dikerler. hayatı ölümle karşılamak, karanlığın içinden en keskin ışığa bakıp gözlerini kamaştırmaya benzer.

nilgün marmara da karanlık kuytusundan ışığa bakıp kanlı ellerini gözlerine tutanlardandı. hiç tanışamadık tabi ki, ben bir yaşımdayken öldü. hiç çığlık atmadan kendini evinin penceresinden attığını okumuştum. yüksekten korkarım ben. demek ki o korkmuyormuş. yazdıklarından bahsetmeyeceğim bu sefer. her yıl yaptığım gibi onu anacağım elbette. ama bu sefer içimden gelenleri yazarak.

yeraltı edebiyatımızda küfürler etmeden, cinselliğe bulaşmadan, kalemiyle ve kapalı kişiselliğiyle yer etti kendine. kimleri etkilemedi ki.. yazan, okuyan kaç kara yüreği kan bağladı..

nülgün marmara benim kahramanım. hayatı ölümle yüceltti. bu bilinçli yapılan bir eylem değildi elbette. elbette olabildiğince acı vericiydi ki bıraktı kendini. ama bazıları yaratıcılığın böyle bir lanetiyle doğuyor. geçen hafta metrodaki haber panolarından birinde görmüştüm; bilimadamları dahilerle delilerde ortak bir gen keşfetmişler. o da delilerdendi biraz (ben de deliyim ve bu anlamda deli insanları seviyorum) ve alabildiğine dehaydı şiirde.

nilgün benim kahramanımdır. kendimi bulduğum ve samimi bulduğum içten bir yürektir. nilgün insandır.

umarım acın bitmiştir nilgün..

not: geçen sene hazırladığım yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

* nilgün marmara - kuğu ezgisi

Sunday 11 October 2009

Polise inat sahildeyiz!


Polise inat sahildeyiz!

Yukarıda okuduğunuz başlık bir slogan. Avcılarlı gençlerin en uğrak yerlerinden birinde yaşanan üzücü bir olayın tutuşturduğu bir meşale bu slogan. 3 Ekim tarihinde Güney Tuna adlı bir arkadaşımızın yaşadığı polis terörü bu.

Avcılarlı gençlerden biri olarak buna benzer olaylara çok da yabancı sayılmam. Aramızda ‘Balkon’ diye adlandırdığımız bu yerde güzel ortamlar da yaşadık. İçkilerimizi içtik, sohbetlerimizi ettik, evimize gittik. Genciz ya, öğrenciyiz ya aldık içkilerimizi denize karşı içtik işte. Evinin dışında içme dediler sonra, dinlemedik, suç işledik, balkonda içtik yine.

3 Ekim’de yaşanan olayı görgü tanığı arkadaşlardan öğrendiğim şekilde iletiyorum şimdi:

Güney arkadaşlarıyla balkonda bira içmektedir. Sonra bir yunus ekibi gelir. İçkileri kaldırmalarını, on dakika sonra tekrar gelip kontrol edeceklerini söylerler. İki yunus polis geri döndüğünde arkadaşlar biralarını çöpe atmış, oturuyorlardır. Ne işleri var orda, evlerine gitsinlermiş. Vatandaş kendi parkından kovulmuştur. Sonra aralarında sözlü bir münakaşa başlar.

“Ne hakla kovuyorsunuz bizi”

Bu sözlü münakaşa itişip kakışmayla devam eder ve yunus polisler Güney’i tartaklamaya başlarlar. Bu arada 4 kişilik bir ekip daha çağırılmıştır. Etraftakilerin tepkisi üzerine ekipler Güney’i koluna girip parktan çıkarır ve mobese kameralarının da olduğu bir alana götürürler. (?) Güney elleri arkasından kelepçelenmiş, altı polis tarafından yere yatırılıp dövülmektedir.

“Kimliğim yok beni de alın”

Daha sonra ekip aracına bindirilen Güney araçta da şiddete maruz kalmıştır. Arkadaşlarından biri kimliğinin olmadığını ve onu da almalarını söylemiş, “suç işleyeceğim o zaman.” diyip üstelemiş. Ekipler sonunda onu da almışlardır.

10 dakikada sağlam raporu

Karakola götürülen güney’in işlemlerini olayın diğer kahramanı 1986 doğumlu 3 aylık bir polis yapıyor. Şiddet görmediğine dair bir belgeye apar topar imza attırılıp Avcılar Devlet Hastanesi’ne götürülen Güney’e 10 dakikada sağlam raporu veriliyor. Nedense Güney beyin kanamasından hastanede yatıyor hala..



“Avcılar’da polis şiddetine son”

Bütün bu olaylar üzerine Avcılarlı gençler 9 Ekim Cuma günü, Mustafa Burcu Parkı’nda(Balkon) bir basın açıklaması yapıp polis şiddetinin son bulması için hep beraber tepki gösterdiler. Eyleme 100 kadar Avcılarlı katıldı. Aynı gün de Güney telefonda konuşabilecek kadar kendine gelmiş.

“Sokaklarda polis istemiyoruz”

Basın açıklaması öncesi yürüyüş yapan gençlere bazı ‘sivillerin’ lafla sataşması üzerine yukarıdaki sloganı atmaya başlıyorlar. Daha sonra Balkon’a varan gençler biralarını içerek basın açıklamasını yaptılar. Gitar çalıp şarkı söyleyerek sloganlar atarak polis terörünü kınadılar.

Suça suç mu, suça ceza mı?

Aşikâr ki gençlerin suç işlemiş olmasını meşru hale getirmeye çalışmıyoruz. Suç işlenmişse hukuki işlem yapılır, cezası öyle verilir. Vatandaşın işlediği suç polise suç işleme hakkını vermemeli, vermez de.

Güney’in arkadaşları, Alexis’in kardeşleriyiz!

Olayla ilgili bir facebook grubu da var. Basın açıklamasını oradan bulabilir, dilerseniz destek de olabilirsiniz.

Not: Bu yazı 11.10.2009 tarihinde serbest yazarlar platformunda yayınlaşmıştır.

Friday 9 October 2009

belki yarın

gözlerimi senin için kapıyorum bu kez
avuçlarım bir yudum suya açık
kana kana içmek olsun

yüzüme takındığım tebessüm
güneşi anımsatıyor
yağmur ardından bulutları aşan

beklenti bu
baharı çağrıştırıyor
gözlerimi umutla kapıyorum bu kez

matmazel boyalıkuş


hüzün sızar araladığında
boyadığı yalancı kirpiklerinden
gözleri ödlek ağıtlar döker bayanın
sağlam ellerine
avucunda kahkaha taşır matmazel
okşar utanmazlığı cesurca
yeraltında uçan boyalı kuş


sahneyi arşınlıyor yüksek topuklarıyla
delikanlılar hayran güçlü vücuduna
çevik bir albatros sığ sularda
ağzında şarkılar
savaşmak için doğdu matmazel
kanat çırpıyor yaşamak için
edasında bir sessizlik


dalgın bakışlarında geçmişi taşır
ustura kadınlar, iğdiş oğlanlar
sokakların ince yaradılışlısı
merhametli yiğit
düşlerine giden geçide doğru
derin bir kuyu açıldı ağladığında
yastığına akan kırmızı sonu oldu ömrünün

Wednesday 30 September 2009

acilen ev aranıyor

iki polonyalı erasmus öğrencisi için şişli civarlarında eşyalı ev arıyoruz. yanına ev arkadaşı almak isteyenler ya da tanıdığı olanlar varsa lütfen çok acil iletişime geçin..

kaotikherif@hotmail.com

Friday 25 September 2009

kelimelerin arasındaki yolculuk

sonra bütün kaybedenlerin ve küçük kahramanların yaşadığı yere döndüm kendi küçük kahramanımı ve kaybedenimi bulmak için. derin manalı uzun cümleler bekleme. bu kelimelerin arasındaki bir yolculuktu. ben mi? ben deliyim.

orda beni korkutan ani gölgelerle tanıştım. dalgaların arasındaki kuleler gibi görünüp kayboluyorlardı. yürümeye devam ettim ve istismarın iğrenç yaratıklarını gördüm. bazıları bir adamı sertçe yalıyordu. adam o kadar solgundu ki parmağını kımıldatmaya hali yoktu. ondan sonra görkemli bir yaratığa rasladım, gördüğüm en güzel şeydi. bir başka adama merhametle bakıyordui ama adam acı çekiyordu. bunu görebiliyordum. adama dokunduğunda, teninde yaralar açıyordu. onu şefkatle öptüğünde, havadaki kanı koklayabiliyordum. garip olan, adam bu durumdan memnun görünüyordu. işkence gibi görünen tek şey, adamın eli kalbinin üstündeydi.

karanlık koridorlardan ve kokuşmuş ağaçlıklardan geçtim. orda, bir bataklığın ortasında paslı zırhların içinde iki adamla karşılaştım. onlara bu lanet olası cehennemde ne yaptıklarını sordum. bana hayatın kaybedenleri olduklarını söylediler, ama kalplerinde biraz umut saklamışlar. ve sonunda birbirlerini bulmuşlar, iki eski şovalye, iki sağ kalan, iki kaybeden. bundan sonra kendi hayatlarının kahramanları olmak için birbirlerine tutunmuşlar.

not: bu hikaye 16 eylül tarihli ingilizce hikayemin çevirisidir.

Wednesday 23 September 2009

22 yaşın şiiri

onca zaman oldu kapalıydı gözlerim
evet, görmedim, hatta duymadım
dışarıdaki sonbahar gibi
cılız güneş,
serin rüzgar,
kovdum yazı bahçelerimden
çok da kötü değildi melankoli
biraz yaşımdan, biraz da yapımdan
boynum büküldü, güldü sonra yüzüm
ilk aşkın acısı zormuş
ve unutulmayacak gibi
bir parça eksildi içimde
affetmek zaman aldı dolması için

bana baktıklarında ne gördüklerini boşver
biliyorum gördüklerinden de var biraz
bana baktıklarında görmedikleriyim
biliyorum gördüklerinden de var biraz

onca zaman oldu kapalıydı gözlerim
günler uçtu, geçmiş geçti
insan dediğin böyle işte
zorsa öğrenmesi
unutmuyor bir daha
aylar sonra bir rüyada
özlediğin bir an yaşarsın
ama olmuyor değil, aklına bile gelmiyor
kalp kırıklığı
veya sonbahar
dünden bugüne güzel anılar kalırsa
uğramaz melankoli artık kapına

bakın bana, bu benim
sizin gibi yazıyorum
ve sizin kadar güzelim

22/09/09

Wednesday 16 September 2009

journey among the words

then i got back to the same place where all losers and tiny heroes lived to find my tiny hero and loser. don't expect long sentences with deeo meanings. it was a journey among the words. and me? i'm insane.

there, i met with sudden shadows which were scaring me. they were appearing and disappearing life towers inside of waves. i kept walking and saw disgusting creatures of abusement. some of them were licking a guy very harshly. the guy was so pale that he had no chance to move a finger. afterwards, i encountered a splendid creature, it was the most beautiful thing i've ever seen. it was staring at another guy with full of mercy, but that guy had lots of pain. i could see that. when it touched the guy, it scarred in his skin. when it kissed him compassionately, i could smell blood in the air. it was awkward that the guy looked pleased with the situation. only thing that showed torturing, his hand was on his heart.

i passed dark corridors and rotten woods. there, in the middle of a swamp i came across two guys who were in rusty armours. i asked them what they did in that bloody hell. they told me they were losers of life, but they kept some hope inside their hearts. and eventually they found each other, two old knights, two survivers, two losers. afterwards, they held on each other to be heroes of theirown lives.