Thursday 24 June 2010

leopold'de son yemek - keman kebap

mumbai'ye vardığımda cebimde birkaç isveç kronu vardı. helsinki'de ciwan'ın yakalanması, stockholm'de paramı kaybetmem, son günümü neredeyse sadece tatsız uçak yemekleriyle geçirmiş olmam ve şimdi de havaalanında kısılıp kalmam.. ne olursa olsun kendimi güvende hissediyordum. uçaktan iner inmez insanın burnunu kesen 'mumbai kokusu' ve boğucu sıcaklık..

telefonumda hiç para yoktu, arama yapamıyordum. yapmam gereken sam'i aramaktı. sonrasını onlar çözeceklerdi. havaalanının dışındabir masada kurulu ücretli telefonu kullanabilmek için hintlilerle sıkı bir pazarlığa girdim. bozuk para olduğu için mi, isveç kronu olduğu için mi net hatırlamıyorum ama pek yanaşmamışlardı. ısrar ısrar üstüne sam'le konuşmayı başardım. bir taksiye binip colaba'daki otelin önüne gitmemi söyledi. bizden birisi ihtiyacım olan parayı getirecekti. buraya kadar sorun yoktu, ancak hindistan'da olduğum gerçeğini taksiye binmeye çalışırken tekrar anladım. otelin önüne gelmiştik, ancak ortada bizimkilerden hiç kimse yoktu. taksici yalan söylediğimi düşünüp kaygılanmaya, kaygılandıkça da dırdır etmeye başlamıştı bile. neyse ki bekleyişin ardından adam geldi. beni otelde bir odaya yerleştirdikten sonra da gitti. hemen birikmiş kirli çamaşırlarımı yıkamaya koyuldum banyoda. zor bela işimi hallettikten sonra ıslak çamaşırları etrafa yaydım ve tavandaki vantilatörü çalıştırıp çıktım. odada çıkacak fırtınanın çamaşırları kurutmasını umuyordum.

çıkmadan biraz önce sam'den bir telefon aldım. akşam altı buçuktaki uçuşla tekrar gitmek isteyip istemediğimi sordu. bir an önce bitsin istiyordum bu kargaşa, kabul ettim. odadan aceleyle çıkıp leopold'e gittim. ciwan'la karı-kocalar gibi kavga edip edip yine birlikte geldiğimiz yer leopold. kah duvarlardaki posterlere bakıp, kah etraftaki insanları izleyip babil'in kulesine benzettiğimiz yer.. kebap yedim acele acele. günlerdir yediğim tek düzgün yemekti bu, tadını çıkardım.

Wednesday 23 June 2010

viyana viyana

dört mü yoksa beş mi geride kalan yıl sayısı tam çıkaramadım. yağmur böyle yağıyordu yine bulutları yırtarcasına. avrupa'nın ortasındaki şehrin havaalanı polisi çantamı didik didik ettikten sonra beni dört, bilemedin beş metrekarelik bir hücreye koymuştu. sorgu sıramı beklemek üzere hapse yollanacaktım. yağmur içimdekini döküyordu benim yerime. bana cesaret verir, avutur gibiydi. öyle hissetmiştim. sanki ağlamamı söylüyordu, sular döküldükçe içimdeki çamura batmış ruhum temizleniyordu. o zamandan beri ne zaman yağmur yağsa mutlu olurum. bütün pislik temizlenir içimde.

pencereleri tellerle örülmüş bir otobüse bindirdiler sonra. caddelerden geçerken insanların içeridekini görmek için attıkları meraklı bakışlar isabet ediyordu üzerime. ellerimdeki kelepçeler, etrafımdaki engel beni sıkıştırıyordu. nasıl bu hale düşmüştüm? bir kaçış planı olmalıyken bu, nasıl infilak etmiştim? ayakkabılarımın bağcıklarını aldılar, sahip olduğum herşeyi aldılar ve bir kutuya attılar. aşağılanmış hissediyordum ama yüzümdeki tebessümün söylediğine göre intihar edeceğimi düşündükleri için ben onları aşağılıyordum.

iki tane ranza ve etrafında sandalyelerin dizili olduğu bir hücreye koydular beni. bir oda mıydı yoksa bu.. hatırladığım kadarıyla bir gürcü, bir çinli, biri daha ve ben.. içinde bulunduğum gerçekliği net olarak algılayamamıştım daha. hemen bir duş aldım. uyumaya hazırlanırken karşımdaki ranzada gürcü'yle çinli'nin porno dergilere bakarak oynaştığını gördüm. çinli, hücrenin zevki miydi? ürktüm. en iyi ihtimalle taciz edilebilirdim. oyalanmadan uyudum. daha sonra şampuanım çalınacaktı. =)

sabah olduğunda bir polisin sesiyle uyandım. adımı söylüyordu. gerekli prosedürü uygulamak için sağlık kontrolünden geçirmeye ve ifademi almaya götüreceklerdi beni. önüme bir form koydular. çeşitli hastalıkları geçirip geçirmediğime dair sorular vardı. son sayfa en eğlencelisiydi: hiç depresyona girdiniz mi? depresyonda olduğunuzu düşünüyor musunuz? hiç intihar etmeye teşebbüs ettiniz mi? vs hepsine evet dedim. avusturya da olsa, avrupa'da bu cevaplarla iyi muamele görebileceğimi biliyordum. tepemde dikilen polis almanca birşeyler söyledi, aşağıladı sanırım. zaten türk olmam yeterince problemdi.

bir odaya soktular beni. türk bir tercüman eşliğinde hikayemi anlatacaktım. o sahte pasaportla ne işim vardı orada? nereye gidiyordum? amacım neydi? kendimin bile inanmadığım yalanlar söyledim. uğraşmak istemedikleri için 'hadi canım sen de.." demediler. sonra oradan kurtulmamı sağlayanı söyledim. isveç'e iltica talebim halihazırda vardı. mülteci kimliğim de çantamdaydı. önceki gün havaalanında çantamı arayan polis görmemişti. bunu o zaman söyleseymişim beni hemen isveç'e geri yollayacaklarmış meğer. isveç.. evim..

aynı gün akşam olmadan stockholm'deydim tekrar. ne olursa olsun istanbul'a dönecektim. mülteci bürosu'nun tayin ettiği danışmanımı aradım. en az dört, olmadı beş farklı şekilde geri dönmek istediğimi, iltica etmekten vazgeçtiğimi söyledim. sesinde saklayamadığı bir sevinç hissetmiştim. ne yapmam gerektiğini söyledi. ilk yollandığım geçici ikamet yerine gidip işlemlerimi yaptıracaktım. bir on gün daha uğraşmam gerekti. bu kısmı da bir başka zaman anlatacağım..

Tuesday 15 June 2010

kilitli

çocuk çiğ bir su damlasıyla yalpaladı. on gün önceki yağmurlardan artıktı ayağına bağ olan. bir refleks hareketiyle eli kapının koluna gitti. durdu bir an için, düşündü; açmalı mıydı kapıyı? geri dönülmez olabilirdi sonucu, düşündü bir süre. sağ kolu kasılmaya başlamıştı. bileği yana büküldü, yumruğu sıkıldı. ağır ağır indirdi kapının kolunu. kilitliydi. bir kez daha denedi emin olmak için. şimdi, bunu kozmik bir işaret olarak kabul edip gerisin geri dönmeli miydi, yoksa kararını vermiş miydi çoktan! parmaklarıyla demiri kavrayarak bekliyordu. bedeni devre dışı kalmıştı da tüm enerjisini düşünmeye odaklamıştı. ne olabilirdi ki? sonunda aynı kalmayacaktı. kapıyı açsa yeni olanı görecekti, açmasa yeni bir duyguyla tanışacaktı: 'keşke'. buraya kadar gelmişti. eli terlemişti. geri çekti. çantasının kalabalığında anahtarı arıyordu. yuvasına kıvrılarak akan bir yılan canlandı gözünde. kilidi açtı. bir kez daha çevirdi ve itti kapıyı..

Friday 11 June 2010

yastık şiiri

kıpırtısız yalnızlıkla kenetleniyor yoğurduğum duygu
ağulu bir hava kütlesi, ve saydam ölüm dokunuyor
masanın üstünde bekleyen kalemlere
şüphe doğurmazdı oysa tanrının kitabında iyilik
tanrı özür diliyor, ecel adresini şaşırıyor
utanç vebası bu, yüzlere yayılıyor son hızla
insanlığından ürkütüyor boş beleş züppeler
ayak takımı sapkın, başı tekmeliyor
tereddütsüz bir hamleyle tıkanıyor tanımlar
sıfatlar yerle bir, isimler çıkıyor yeni güne
kaldırım, sokak, bina ve yatak
işte böyle eşit şimdi yatay düzlemde
ayak, baş, kol ve kıç
nihayet özgürlük kazanıyor aklım
yasak bir isim var defterimde
hatırladığımda kayboluyorum
annemi suçluyor babam
yaradılışa küfrediyor cellatlar
susuyorum, tanımlar bitti
kafamda onikibuçukluk bir telaş
silikleşiyor kalemin ucu
duyuyorum, içeride umut, boğuyorum
sesi geliyor babamın
yaradılışa sövüyorum, şakaklarımda ellerim
uzaklaşıyor tanrının sesi, gülüyorum
deliriyor dünyadaki bütün anneler
death can dance
love is death
basit bir cümle kuruyorum
derin bir uyku düşüyor, göremiyorum

Friday 4 June 2010

"siyasal teoloji"yi ele aldığı kitabında schmitt, çağımızın siyasal kavramlarının aslında din kaynaklı kavramlar olduğunu yazıyor. egemenlik, itaat, bağlılık(sadakat), siyasatten biat etmek(political obligation), hak ya da kanun gibi kavramların sekülerleşmiş (ya da  sekülerleştirilmiş) dinsel kavramlar olduğunu belirtiyor. bu husus, tabii, özellikle egemenlik kavramı konusunda netlik arz ediyor. parlamenter demokrasilerde ulusa(ya da halka) atfedilen egemenlik herşeye kadir olan tanrı'nın egemenliğinin bir çeşit dünyevi kopyası şeklinde karşımıza çıkıyor. ulusun oyladığı ve onayladığı anayasalar ise tanrının kelamına tekabül ediyor. din kökenli kavramlar ile siyaset kavramları arasında bu tür analojileri çoğaltmak mümkün. schmitt'in siyasal tercihlerinin tümüyle karşısında olan c. offe de onun bu konudaki görüşünü benimseyerek modern siyaset teorisinin teolojik temeller üzerine kurulduğunu kabul ediyor ve örneğin, demokrasiye karşı beslediğimiz inancın da, gerçekte, hristiyan hristiyan teolojinin sekülerleşmiş bir versiyonu olduğunu söylüyor. bunun yanı sıra, din ile politika arasındaki bu sıkı bağın tabii sadece hristiyanlığa özgü olmadığını da ekliyor ve günümüzde "iktidarın demokratik meşruluğuna karşı çıkan tek alternatifin teokratik meşruluk" olduğunu yazıyor.

nur vergin - siyasetin sosyolojisi, sayfa 106, dipnot

yapıladuran doğu-batı kavgasını ve türkiye'nin hangisine ait olduğu sorunsalını, hatta ab bir hristiyanlar klübü mü sorusunu da cevaplayan bu dipnotun, benim "uygarlıklar çatışması" olarak nitelediğim hristiyan ve müslüman kültürün uzlaşamaması ve sıkışmışlığı durumunu gayet iyi açıkladığını düşünüyorum. siyaset geleneğinin ve meşruluk kanallarının farklı dinamiklerden ortaya çıktığını, işte tam da bu yüzden demokrasi, parlamento, seçme hakkı, liderlik gibi kavramların farklı algılandığını; bu bağlamda da türkiye'nin batı'ya mı, doğu'ya mı ait bir kültür olduğu sorusunun cevabının "daha çok doğu'ya" şeklinde olduğunu söylüyorum. işte bu yüzdendir ki türkiye batı'dan devşirme liberal demokrasi kavramlarını yaklaşık yüz yıldır hala tam olarak sindirememiştir.