Thursday 30 December 2010

bad education

ve hep acıyla besledik aşkı
sevişmeleri kanla bitirdik cebimizde
dehşet bir zevk aldık boşalırken
nedendi, bilinmez
korkuyla sardık sevgimizi
kollarımız hep sızladı açtığımızda
ayrılmadan yaşadık terk edilişleri
peşin peşin yas tuttuk bakışırken
aşkı aceleye getirdik, ıskaladık

yürümeyi öğretirken
sevmeyi de öğretselerdi ya,
okumayı öğretirken sevişmeyi
bilirdik o zaman
aşkımızı alıp ikiye bölmeyi

Wednesday 29 December 2010

inziva

bir hallerdeyim bu ara. öyle kötü haller değil, iyi de. ne desem, nasıl desem bilmiyorum. belki kafamı toplarım diye yazıyorum buraya da.

bir sürecin başındayım, başlayacağım ama nasıl bir değişim olacak belli değil daha. hani insan hisseder ya dengelerin değiştiğini.. sanki hükümet değişiyor da bundan sonraki hükümetin nasıl olacağı hakkında bir sürü spekülasyon var. öyle bir doğu avrupa durumları..



okulun bitecek olmasının heyecanı ve stresi birbirine girmiş durumda. üzerine araştırılacak, yazılacak birkaç makaleyi de ekleyince de şu oluyor: "çok işim var.stop.hiçbir şey yapamıyorum.stop.stopladım.stop." ilgimi azıcık olsun uyandırmayan konularda ne yapacağım bilmiyorum. çok az zamanım kaldı ama henüz bir çizik bile atamadım. onun yerine facebookta oyunlar oynuyor, internetten sezon sezon diziler izliyorum. kitap dahi okumuyorum. artık okuduklarım da sorumluluk yüklüyor sırtıma. madem okuyorum, işimi görecek şeyler okusam ya diye düşünüyorum.

motivasyonumun bunca düşeceği aklıma gelmezdi, kimsenin gelmezdi herhalde. geçen yıl üst sınıftan bir kızla otobüste yaptığım konuşma geldi aklıma. şimdi aynen o kızın durumundayım. neyime bu durumda olmak onu da bilmiyorum. çift anadal yapan ben değilim, notlar tavanda olan ben değilim. şu s.kindirik bölümde ortalama bir öğrenciyim..

okul bitince ne yapacağım? yüksek lisans, doktora, akademi.. off.. kim uğraşacak bunlarla? yine gönlümce okumalar yapamayacağım. yine ilgi alanlarıma vakit kalmayacak. yine ben, ben olamayacağım.. iyisi mi diyorum, bir işe gireyim ve çalışmaya başlayayım. şöyle 1-2 yıl çalışsam, uzaklaşsam üniversiteden, sonra geri dönerim belki. belki de yaşım geçer ve dönemem. ama bir şeyden eminim: akademinin o can sıkıcı hiyerarşisi, egosu ve çarpık düzeninden uzak kalacağım için daha özgün ve daha kendim olabilirim.



ikinci sınıftayken bir hayalim vardı. hayal diyorum, çünkü plan olacak kadar gerçekçi değil. imkansız değil belki ama şartlarımı biliyorum, olası değil.. ayda 300-400 lira bir gelirim olsa basar hindistan'a giderdim. evet, evet, çok değil. 300-400 lira işimi görür. belki ilk birkaç ay 500 lira gerekir. sonra ben de incik, boncuk yapmayı öğrenip turistlere satardım. bilemedin başka bir yolunu bulurdum para kazanmanın. hiç olmadı hint fakiri olurdum.

beynimi derin, derin kemiren düşünce bu: inziva.. bir yıl kadar uzaklaşmak istiyorum bu uygar dünyadan. yeni dünyalar, yeni insanlar tanımak istiyorum. hiç kimseyi tanımadığım  bir başka kültürde bir başka ozan kayra'yı bulmak istiyorum. ferrarisini satan bilge ayakları yapmıyorum, kusura bakmayın. hiç de sevmedim o kitabı. içdünyama dalıp, kimseye artistlik yapma niyetinde değilim. sadece kafamı doldurduğum bütün saçmalıkları atmak, yenilemek istiyorum. acil bir format yemeye ihtiyacım var.

şimdi gelelim yakın gelecek konusuna.. bu miskinlik halimin bitmesi gerek. sabahleyin uyandığımda kafamın üzerinde o ampul yansın artık. bir kıvılcım çaksın.. bir film geldi aklıma şimdi. adını hatırlamıyorum ama zui izlettirmişti. adam bir sabah uyanıp darmadağınık odasını topluyor, temizliyor, bir güzel kalıba oturtuyordu. buraya kadarı bana da uygun.. ama sonra, aynanın karşısında duruyor, bütün işlerini bitirmiş, ve yerler kandan kıpkırmızı.. bileklerini doğrayıp intihar ediyor.. tabi bu filmin başı. ironik bir şekilde cezalandırılıp intihar edenlere yeni bir şans verilen bir dünyaya yollanıyor.. al sana inziva!

Tuesday 28 December 2010

periler ölürken özür diler

bir elmanın armuda dönüşebildiği yıllardı
sokakların bir kahkahayla kırılıp ağladığı yıllar
askere giden delikanlının hüznü gibiydi sevişmeler
teskere almış bir delikanlının gözleri vardı yataklarda
ters dönmüş bir tırnağın ağrısını duyardık konuşurken
susmuş bir kuş rengi o kahverengi fotoğraflarda
yarım bırakılmış bir şiirden sözederlerdi
bıçaklanmış bir komiserden sözedercesine,
-suyu kimse suçlayamazdı--
--su, çok çözümlü bir cebir sorusu-
bir kedi ansızın kendi kendini tırmalardı


periler ölürken özür diler - küçük iskender


kitabın ilk sayfasına tarih ve şehir adını not almışım: 15.aralık.2004 / istanbul. tarihe bakarsak doğum günüm için alınmış bu kitap, iki gün öncesinde, siparişle.. bu kitapla ilgili iki hikaye anlatabilirim..

ilki-
lise son sınıftaydım. edebiyat öğretmenim hülya hoca'dan bir şiir kitabı almış okuyordum. "hayatımda görmedim böyle bir şey!" heyecanlı ve şaşkındım. evet küçük iskender'in okuduğum ilk şiir kitabı bu. belki bu kitaptan sonraydı ilk 'uçuk' şiirimi yazmam: 'ruh sevişmesi' mustafa hoca'ya okuttuğumda gülüp 'uğur, başına ne gelecekse dilinden gelecek senin..' demişti. sık sık hatırlarım bu uyarı yüklü cümleyi..

ikinci-
sonra doğum günümde ablama kitap siparişi vermiştim. kitapçıdayken ablam telefon edip şöyle sordu: "ozan, emin misin bu kitabı istediğine?" "evet, abla.." "bu ne biçim kitap? ilk sayfasındaki şiirde yazana bak: 'uçan kuşun/erkeklik organını almışım ağzıma havada'" evet, ablam çok garipsemişti. ben de ne diyeceğimi bilememiştim. şimdi o ablam, tam şu anda doğmamış, 6 aylık bebeğini kaybediyor hastanede. böyle de bir metafor olacakmış kitabın adı 6 yıl sonra..

beenmaya'dan paslanmış bir mimdi bu yazı. bu sefer diyorum, yılın son mimi. kurallı mim. bundan sonrasını aynen aktarıyorum 'kırmızı gün/lük'ten:


Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmiş de olabilir, anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.

*Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
*Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
*Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir.
*Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
*Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
*Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez.

şimdi mimi paslamaya geldi:
pandora, aynadaki aksi'm ve miskin'e gitsin bu mim de..

ps: bu sefer son olduğunu umuyorum karga ana.. =)

Sunday 26 December 2010

2010 yılı şeysi

blogu ilk açtığımda -yaklaşık 3 yıl öncesine tekabul eder- şiirlerimi koyarım diye düşünmüştüm. şimdi bakıyorum da artık mimlerimi koyabiliyorum ancak.. =) 'yine, yeni ve yeniden' cinsinden bir mim daha aldım: 2010 yılı şeysi..

bu mimde blog yazarlarından cevaplamaları istenen çeşitli sorular var. soruları bu mimi bana paslayan müge'nin içinden çağlayanlarda görebilirsiniz. cevapları da var orada..

ilk soruyu yazdım az önce(evet, sildim sonra): '2010 yılında mutlu olduğunuz şey nedir?' düşündüm, düşündüm, bulamadım. "ulan, hiç mi mutlu olmadım yani koca yıl!" diye kızdım sonra. mimi ilk okurken aklıma geleni hatırladım: geçmiş geçmiştir zaten, raporlamaya ne gerek var. güldüm geçti, ağladım geçti..

sonra müge'nin hatırı kalmasın diye böyle bir cevap yazmak istedim. hani pasladı ya. gol olmadı ama direkten döndü diyelim. (futboldan çok anlarmış gibi konuştuğuma bakma. takım bile tutmam.) 2010 yılıyla ilgili söyleyebileceklerim şunlardır heralde:

çok mutlu anlarım oldu, çok büyük hüsranlar yaşamadım bu sefer.

çok güzel insanlar tanıdım, çok sevdiklerim çıktı/çıkarıldı hayatımdan.

büyüdüm, yaşlandım, daha çok büyüdüm ama.

(kuyruk) acılarımla baş etmeyi öğrendim, üstüne alt ettim bir de.

yeni tecrübeler edindim, bazı konularda yerimde saydım.

bu yıl içime sinen bir şiir yazmadım diye hatırlıyorum ya da başımı döndüren bir kitap okumadım.

anarşizmi öğrenmeye başladım, öğreniyorum da. en keyifli ideoloji anarşizm. seviyorum, ama anarşist değilim daha.

okuldan soğdukça soğuyorum. artık bitsin şu işkence.

parasızdım, yine parasızım. ah ulan öğrencilik.. =)

kendimi kontrol etmeyi öğrendim epeyce. artık ota b.ka patlamıyorum, susmayı da biliyorum.

şu an için aklıma gelenler bunlar.

güzel bir yılı ardınızda bırakmış olmanız ve güzel bir yıla girmeniz dileğiyle..

not: 2011'den umutluyum abi..

Tuesday 21 December 2010

yanlışlık

sizi sevdikçe
kendimden utanmamda
bir yanlışlık var, bayım

görürüm diye korkmam
sokakta yürürken
bir uygunsuzluk

Sunday 19 December 2010

kayrasal (mim)

verilen sözleri tutmak gerek. insanın onuruna dair yapabileceği başlıca işlerdendir bu. angelino çok gençken bir söz verdi kendisine: bir oğulun babasına kendini ispatlaması. bunu hiçbir zaman yapamadı. angelino'nun babası raffael'in kalbi taştandı, asla gitmedi oğlunun yaşadığı o sahil kasabasına ve asla göremedi güzel yüzlü airla'yı ve güzel kalpli eleni'yi. bunun yerine büyük bir restoran açtı napoli'nin en güzel meydanında: 'Tavola Degli Angeli'


eleni ellialtıncı yaşını yaşarken babasının vasiyetini yerine getirmek için bindi o sabah vapura. vapur napoli'ye yaklaştıkça yaşlı yüreği bütün kanı güzel yüzüne pompalıyordu. kızardıkça korkuyordu eleni. kafasına koyup binmişti vapura. peki şimdi ne olacaktı..


napoli limanına ayak bastığında bir anda kendini toparladı eleni. omuzları dik ve mağrur bir kadındı eleni. zarafetle yürüdü babasının uzun yıllar önce yürüdüğü o kaldırımlarda. her yer babasıydı şimdi. çocuklar angelino diye bağırıyorlardı sanki. köşebaşından dönen her yüz angelino'ydu.


ilk iş bir pansiyona yerleşti eleni. babasının eski bir ahbabının pansiyonuydu burası, sara'nın. sara şimdi yaşlanmış da olsa hiç terketmeye niyetli değildi pansiyonunu. torunlarıyla birlikte bir aile pansiyonuna çevirmişti burayı. kalan herkes ailenin bir üyesiydi. sara'nın italyan kadınlarına has sert ve güzel yüzünü görünce çekindi eleni. o siyah gözler üzerine değince rahatladı sonra. o parlayan siyah gözler aşkla bakıyordu eleni'ye. o aşk eleni'yi aşıp derinlerine, babasından kalan bütün parçalara değiyordu.


sara raffael'i çok iyi tanıyordu. o aksi ihtiyar bastonunu döşemeye vura vura restorana gider, havanın güzel olduğu günler dışarıdaki en güzel masada oturup sürekli şikayet ederdi.


"o ahmak şefe söyleyin terketsin restoranımı. kovuldu! öhöhöhöhö.. tansiyonumu çıkartıyor o adam. yemekleri de domuz ölüsü gibi tadıyor zaten. defolsun çabuk! öhöhöh.. sen de kimsin be kadın!" 


eleni birden irkildi. zaten binbir korkuyla gelmişti buraya kadar. ilk vapura atlayıp annesine dönmeyi bile düşünmüştü. o yaşlı gözleri parlayıverdi..


"ben yeni aşçınızım efendim. sanırım melekler sizin yanınızda bugün. babam çok iyi bir aşçıydı, ben de en az onun kadar güzel Baccalà pişiririm. izin verin mutfağınızı kullanayım."


ihtiyarın bir kaşı kalkmıştı çoktan. nedense bu kadıncağıza hayır diyemedi.


"Baccalà'yı berbat edersen seni buradan Vatikan'a kadar bastonumla kovalarım kadın."


eleni'ni sıcak bir tebessümle karşılık verdi. raffael'in içinde, artık karanlıklarda bıraktığı bir yerde canı yandı, yüreği kaşındı. tanıdık bir gülüştü bu, ama nereden?


ihtiyar çatalını alırken hala söyleniyordu.


"böyle aşçı alındığı da duyulmuş iş değil. saçmalığın daniskası.." bir lokma aldı ağzına. bir çiğnedi, iki çiğnedi ve durdu. sonra üç çiğnedi yemeği. eleni'nin yüzüne baktı. bir şey diyecek oldu, diyemedi: "sen.." 


eleni hiçbir şey söyleyemedi. çatal düşmüştü. eleni'nin gözlerinden bir damla yaş süzüldü yanağının sol yanına. 


"babamın özel tarifidir bu. beğenmediniz mi yoksa?"


"kimsin sen? adın ne? Baccalà'yı böyle oğlum pişirirdi. öhöhöhööhöh.."


"bu tarifi babam angelino'dan öğrendim efendim. şimdi, dünyada yalnızca ben böyle pişirebilirim bu yemeği.." dedi ve başını önüne eğdi.


"angelino.. öhöhöhö.."


ihtiyar ağlamaya başladı. restoranın bütün çalışanları şaşkınlıktan tutulup kalmışlardı. raffael ağladı, ağladı.. yıllardır içinde tuttuğu o aksi adam sanki kaçıp gitmişti. raffael ağladı, eleni ağladı..


-----------------------------------


işte bir mimi daha atlattım. geçmiş olsun.. bu sefer kimseye paslamayacağım mimi. isteyen yazsın, yazan olursa da haber versin ki okuyalım biz de.. =)


aynadaki aksim ayağını denk al. mimleyip durmasana kardeşim! ;p

Wednesday 15 December 2010

'önce kaos vardı'


yürüyen ölüler. bu hayat bize beş beden büyük nilgün. pamuk yığınları. sırtımızda kendimizi taşıyoruz. kainat. ancak yatağımın yerini değiştirebiliyorum emma. kendini kandıran hayalperestler. mecnun leyla'ya siktir çekti yavuz. hell is other people. hiç kimseyi sevemiyorsan, yalnızlığı sev şebnem. olmak ya da olmamak. bir gün buralardan öyle bir gideceğim ki kimseler bilmeyecek sabahattin. yerleşik yabancıyım. annem ölene kadar ağlayacak benim yüzümden, babam kafasına bir kurşun sıkacak iskender. din toplumların afyonu. tanrıyla kafa bulalım sylvia. uzun kalır usul öpüşlerin anıları. bütün fırfırlı donlarımı kalorifer peteklerinde çürüttüm karl. düşmedim daha. yaşlandıkça küçülüyoruz johann. tercih değil, eğilim. hayatımdan çıkalı beri eski insanlarım, mutluyum umay. tanrıyla bir daha hiç konuşmayacağım. hayatımdan çıkanları özlüyorum bazen janis. yaşamak istemem aranızda. hep direneceğim ece. insan insanın kurdudur. kimseyi kırmamak için sahteleşemem thomas.

Monday 6 December 2010

'ismin ne?' dedi, söyleyiverdim - mim


mim dalgasının ikinci ayağında tekrar birlikteyiz. calvino amca kitapları kategorize etmiş. iyi mi etmiş, kötü mü birazdan göreceğiz. tabi bunun ölçütü 'kafamı ne kadar çok kaşıyacağım' olacak..

Okumana gerek olmayan kitaplar: kendini yazar ya da şair sanan heveslilerin kitapları ve düzgün cümle kuramayanların kitapları.

Daha önce okuman gereken kitaplar olmasaydı okumak isteyeceğin kitaplar: mülksüzler, faust, hayvan çiftliği

Uzun zamandan beri okumayı düşündüğün kitaplar: (bakınız ilk cevap)

Uzun zamandan beri arayıp bulamadığın kitaplar: artık kitaplar beni bulduklarında okuyorum. amma velakin aslıhan pasajındaki kitapçılarda emma goldman'ın kitaplarını bulamamıştım bir türlü..

Şu anda üzerinde çalıştığın konu ile ilgili kitaplar: okul sağolsun, üzerinde çalıştığım konuyu sabote edip duruyor. mecburen üzerinde çalıştığım konuyla ilgili kitaplarsa şunlar: soft or hard borders?, european union politics, immigration and european integration, europe's near abroad, immigration policy and security.

Her olasılığa karşı elinin altında bulunmasını arzuladığın kitaplar: yakınlarımda bir şiir kitabı (nilgün marmara olursa ne ala) bulundurmayı seviyorum. yanında da bir roman olursa tam olur.

Belki bu yaz okumak için bir kenara kaldırabileceğin kitaplar: yazın okunamayacak kitaplar diye ayırıyorum bunları. keza fuat dündar'ın 'modern türkiye'nin şifresi' adlı kitabı 2 ayda ancak bitirmiştim.(haziran-temmuz)

Kitaplığında öteki kitaplara eşlik etmesi için gerek duyduğun kitaplar: bütün kitaplar bütün kitaplara eşlik edebilirler. -yine- ama belli bir konu üzerine olan ve bir yazarın/şairin bütün kitaplarını bir araya getirmek en güzeli.

Sende beklenmedik ve çılgınca bir ilgi uyandıran, üstelik buna haklı bir gerekçe bulamadığın kitaplar: nur vergin - siyasetin sosyolojisi, jack london - martin eden, sacher masoch - kürklü venüs, küçük iskender - periler ölürken özür diler, nilgün marmara - kırmızı kahverengi defter

Çok uzun zaman önce okunmuş olsa da şimdi yeniden okumak isteyeceğin kitaplar: bunu sık sık yapıyorum. mesela şimdi başlamayı planladığım kitabı birkaç yıl önce okumuştum: truman capote - çimen türküsü. ayrıca dostoyevski - beyaz geceler'i ve goethe - genç werther'in acıları'nı en az ikişer, üçer kere okudum. yine olsa, yine yaparım.

Hep okumuş numarası yaptığın ama artık gerçekten oturup okumanın zamanı geldiği kitaplar: bunlar lanetli kitaplarım benim. başlayıp da hiç okuyamadığım ya da hiç başlayamadığım kitaplardır. ortak noktaları ise hacmen kalın olmaları sanırım. (evet, kalın kitapları okuyamıyorum. kusura bakmayınz.) oğuz atay - tutunamayanlar (kaç kere başladım okumaya hatırlamıyorum bile. baştan başladım olmadı, kaldığım yerden başladım olmadı. ve hep aynı yere kadar gelince bırakıyorum.) goethe - faust




şimdi işin en eğlenceli kısmına geliyoruz. mim paslama oyunu. bunu yine rasgele yapmak istiyorum:


derinlik sadeliktir
chaotic gönderiler (bu blog adını seviyorum. kendime çok yakın hissettiriyor. belirtmeden geçemedim.)

ve son bir not: mimlenenler yazıp yazmama konusunda sonuna kadar özgürdür.

Sunday 5 December 2010

'en çok düşündüğünüz mim konusu?': budur abi!

vizeleri atlattıktan sonra döndüm işte aranıza.. işe mimleri yanıtlamakla başlıyorum. ilk mimimiz miskinden geliyor; 20 soruluk bir anket:



1- en sevdiğiniz kelime: 'en sık kullandığım kelime' deseydi belki 'kat'iyen' diyebilirdim.
2- nefret ettiğiniz kelime: kullanıldığı yere ve anlama göre hepsi olabilir..
3- ne sizi heyecanlandırır: yenilikler, değişimler..
4- heyecanınızı ne öldürür: umursamazlık ve heyecansızlık hevesimi kırabilir
5- en sevdiğiniz ses: şebnem ferah, yağmur, zenci kadın sesi =)
6- nefret ettiğiniz ses/ler: telefon alarmı, çekirdek yerken çıkarılan ses, yemek yerken çıkarılan ses, sakız çiğnerken çıkarılan ses, bozuk/cızırtılı müzik sesi
7- hangi mesleği yapmak istemezsiniz: dalkavukluk
8- hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz:sesim güzel olsaydı da şarkı söyleyebilseydim
9- kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: şimdilik kendimle idare ediyorum
10- nerede yaşamak isterdiniz: avustralya ya da isveç
11- en önemli kusurunuz: öfkemi kontrol edememek, ama öğreniyorum..
12- size en fazla keyif veren kötü huyunuz: sigara, alkol ve benzeri
13- kahramanınız kim: lilith
14- en çok kullandığınız kötü kelime: bok, hasskkttrr, hay aa... koyıyymm
15- şu anki ruh haliniz: yorgunum. vizelerden sonra 3-5 gün tatil iyi olurdu
16- hayat felsefenizi hangi slogan özetler: 'insan insanın hudududur.'
17- mutluluk rüyanız: özgür yaşamak
18- sizce mutsuzluğun tanımı: yalnız ve parasız olmak. (bu yalnızlık aşk anlamında  değil. tamamen yalnız olmak, loneliness olan..)
19- nasıl ölmek isterdiniz: 'ani bir ölüm ya da kalp krizi kadar kolay'. uykumda ölmek en iyisi heralde. ya da altın vuruş falan da olur =)
20- öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah’ın size ne söylemesini istersiniz?: 'ben yokhum.. beeennn yookkhhhuuumm..'

şimdi bu mimi rasgele yolluyorum... 

Friday 26 November 2010

tersköşe

boş bir bebek arabası sürüyor sigara kutumun üstündeki kadın. birazdan buruşturup atacağım o kutuyu. son sigaram bitsin. dışarı çıkmaya üşendiğimden yavaş çekiyorum dumanı içime. içimden çıkmasın.

sigara dumanından bahsederken birkaç yıl önce yazdığım bir yazı geliyor hatırıma bazen. hatırı kalmamış bir nefesin duvara çarpıp dağılmasıyla ilgili. yanıp yanıp nasıl dağıldığımla ilgili.

buradan bakınca, oturduğum mutfak masasından, çok uzak geliyor o dağılmış halim. atmosfere karıştım da göremiyorum sanki nereye çarptığımı. o yazıyı yazdığım adam çok uzak, gerçekten uzak.

şapka devriminin bilmem kaçıncı yıl dönümüymüş bugün. başımda şapka yok. devrim desen, o hiç yok. benim devrim geçmiş. devrilmişim.

boş bir sigara kutusunun üstünde bakışlarımı yakalıyorum. kaldırıp harflere kaydırıyorum. yıllarca kendimi mahkum ettiğim o ruh hali atmosfere karışmış.

hayatı askıya aldım. arada düşüyor ama, bir hareketlenme.. hayat arada onu astığım askıdan düşüp hareket ediyor. üzerime giyiyorum canım çektiğinde. katlayıp dolaba kaldırmak yok. zaten hayata uygun bir elbise askısı da yapılmadı henüz. katlamak da olmaz hayatı. izi kalır.

böyle bölük pörçük yazıyorum. sen de okuyorsun. sağol.

25/10/10

Thursday 25 November 2010

aps anıları (mim)

dün gece dişimi fırçalarken gecenin bir körüydü. öyle aynaya bakarken anılarımız hakkında düşündüm, hatıralar hakkında düşündüm. bir çöpe nasıl anlamlar yüklediğimizi vesaire. evin baş köşesinde, kurşun geçirmez cam bir kafeste saklamasak da 'orada bir yerde' duran eşyaların anlamsızlığı geldi aklıma. öyle birden bire parladı öblek suratıma bakarken, ağzımda kudurmuşum gibi köpüren köpükle birlikte.

ölesiye anlamlar yüklüyoruz ya bazen, gözümüze bile belletmeden gözümüz gibi sakınıyoruz bazı eşyaları.. hayatımızın önceki çağlarından kalma antikalar.. ilk çağdan kalma höyüklerimizden çıkan o işe yaramaz testiler, çanaklar, takılar.. ne kadar da dekoratif.. evet, dekoratif. o eşyaların hiçbiri saklanmak için yapılmadı, onlar hiç öyle işlevsiz kalmadılar. bizse kalkmış çok matahmışız gibi onlara anlamlar yüklüyoruz ve saklıyoruz. sanki o anlam yüklerini eşyaya nakledince bizde hafifliyor her biri.

dolabımda eski, sarı ve plastik bir aps kutusu var. içinde fotoğraflar, küçük kurşun askerler, eski paralar, mektuplar ve daha başka ıvır zıvır var. her birinin ayrı anıları var. arada açıp, döküp basit hayatımın anılarını kazıyorum. öyle ki hatırlamak istemediklerimi hızlıca çıkartıp üzerini başka anı parçalarıyla gömüyorum. sonra aynı şekilde kutuya geri gömüyorum.

dün gece dişimi fırçalarken aklımdan ne geçiyordu da anılar hakkında düşündüm bilmiyorum. istedim ki eşyaları atalım ve bütün anılarımızı kafamızın içinde saklayalım. ışığı görecekleri zaman gelecek bilinç yüzeyinde. karanlıkta da kalacaklar. ama en güzel şekilde, ihtiyaç duyuldukları zaman gelecekler hatırımıza.

dün gece dişimi fırçalamadan saatler önce bir mim fenalığı salalıım dedik blog alemine. belki daha önce de yayıldı bu konuda mim dalgası, olsun. şimdi sizden anılarınızla, anılarınızın değeriyle ve onları yüklediğiniz eşyalarla ilgili bir yazı yazmanızı istiyorum dostlarım. işte virüsümü bulaştırdığım kıymetliler:

zuihutsu
pandora
aynadaki aksim
beenmaya
aydan atlayan kedi

21/11/10

Sunday 21 November 2010

on para (mim)

benim adım 10usd, amerikan parasıyım. bildiğin bütün dünyada söz hakkım var. mazime gitsen dönemezsin. o kadar. şimdi size hayatımdan bir kesiti anlatacağım. yaşanmadı sanmayın bunu, gerçektir anlatacaklarım..

hikayem sharjah'ın uluslararası havaalanında başlıyor. iki adam gelip beni türk lirasıyla değiştiriyorlar. birlikte bekliyoruz. 7 saat bekliyoruz birlikte. yere serdikleri gazetelerin üzerinde uyudular. ezildim ceplerinde. sonra uçuş..



sıcak bir ülkeye çıktık. hindistanmış sanırım. hava çok sıcak, çok nemli. nefes alamıyorlar. yollarda uyuyan insanlara bakıp üzülüyorlar. zavallılar.. taksiciye ne kadar bahşiş vermeliler diye tartışıyorlar. acaba hint parasının değeri nedir? ne kadar vermek gerekir? sonra hallediyorlar, taksici hiç memnun değil. çok komik bir para verdiler..

ertesi gün döviz bozdurulan bir yere gidiyorlar. benden kurtulmak istiyorlar artık. değerim 420 rupee. şimdiki sahibim kapkara bir hintli, tütsü kokularının arasında diğer o10'luklara karışıyorum. böyle beklerken bir rus çift geliyor. iki 100'lük atıyorlar sahibimin önüne, 150'sini bozdurmak istiyorlar. para üstü olarak gidiyorum ceplerine. kalabalık caddelerde dolaşıyoruz. sayısız kokunun içinden geçiyoruz. sonra sallanmaya başlıyor herşey, sanırım bir bottayız, okyanusun üstünde. ahh bu koku daha ağır.. bir adaya geldik, el e fantana.. küçük sarı muzlardan alıyorlar. maymunlar adası burası. taş tapınakların, harabelerin arasında özgürce koşturan maymunlar. buranın parası muz olsa gerek, maymunlar muzları kapışıyor insanların elinden.

uçağa bindik, tatilleri bitti rus çiftin. istikamet moskova. ömrüm havaalanlarında geçecek sanırım. karşılığımda 310 ruble alıyorlar, ben yine diğer 10'lukların arasına..  derken çok beklemiyorum. şişman bir amerikalı geliyor. şık giyinmiş, parfüm kokuyor. bir işadamı olsa gerek. cüzdanına koyuyor beni. en değersiz para benim şu anda.

new york.. new york.. ve şu ünlü new york taksileri.. müslüman bir göçmen, taksinin şoförü. şimdi onun cebindeyim.. gül suyu kokulu elleriyle beni çıkartıp kasiyere veriyor. genç bir kız kasiyer. siyah elleriyle beni alıp düzgünce yerleştiriyor kasaya. müşteriler gelip gidiyorlar.. her renkten, her ırktan insan görüyorum..

not: efenime söyleyeyim. bu bir mim yazısıydı. aynadaki aksim'den geldi bana. elimden geldiğince şu konuda yazmaya çalıştım: uluslararası geçerliliği olan bir parasınız ve elden ele dolaşıyorsunuz dünyayı.. evet, sanırım özetle buydu konumuz. şimdi buyrun siz döktürün bakalım:

beenmaya
idea

Saturday 20 November 2010

hayda rinna

yok, dedim, artık böyle düz yazı, iç döküntüsü, günlük kıvamında yazılar yazmayacağım, dedim. arada bir şiir koyarım, kafam rahat (?) takılırım kendi çapımda, çapımda tomurcuklar açar, dedim. dayanamadım işte..


günlerdir evden çıkmıyordum. pazartesi vizelerim başlıyor çünkü. oturup da ders çalıştığımı sanmayın ha. chuck izledim, glee izledim, msn, facebook, blogger derken dün gece saat 10'da sohbet ettiğim arkadaşım davet edince düştüm yollara. bir gizli ajandım sanki, bilemedin süper kahraman, olmadı aşifte bir fahişe.. 45 dakika içinde temizlenip traş olduktan sonra dışarı çıkan bir genç olarak çok atarlı bir hareket yapıyormuş edasına kapıldım. az atarlı da değildi gerçi olay. lıkır lıkır içtiğim votka-şarap-elma suyu karışımından sonra beş sap atraksiyon kattık geceye vesselam. iyiydi, güzeldi. çürük çarık içinde bitirdik geceyi, fonda sabah ezanı..




halet-i ruhiyeme gelince kulağımın çanağında çıkan sivilceye şaşıyorum. 2 hafta önceki stresimin vize dönemi geçmiş olmasına kahroluyorum. ulan ozan kayra! ortada bir terslik yokken yaptın stresi de hayatın için üzüldün durdun haftalarca, şimdi o gaza ihtiyacın varken nedir bu rahatlık! vay anam okul bitince ne yapacakmış da! vay anam akademisyen olmak hayalmiş de! vay anam para kazanmalıymış da! vay anam bu yaşına gelmiş ama hayatında elle tutulur ne yapmışmış da! sonunda 'vız gelir, tırıs geçer' kıvamında bir vahamete gark oldun işte. ne bu rahatlık vre zındık! kaldır kaseyi de iş görsün! 



yıllardır böyleyim ama. sınavlara metrobüste çalışan bir bünye bu. ama bu yıl o kadar kolay olmayacak. onca makaleyi babam okuyacak sanki. sanki babam kalkıp öyle bir kıyak yapacak biçare oğluna. peh! sınıf arkadaşlarım sinir bozucu bir şekilde ders çalışırken böyle osura osura dizi izlemenin sonu bakalım ne olacak..


oh be.. ne güzel zırvaladım. annem olsa 'allah hidayet versin..' derdi hüzünlü bir ses tonuyla. verecekse işime yarayacak bir şey versin lütfen. dini iğneleme işlemini de tamamladıktan sonra bu amaçsız yazıyı allem edip kullem edip didaktik bir mesajla bitirmek istiyorum o zaman:


sevgili talebe arkadaşlarım,
sınav dönemi kıçınızı yırtıp ders çalışmanızı anlıyorum da o stresle ancak kıçınızdan ter damlar. az soğutun motoru. ders derste öğrenilir evladım. derslere devamsızlık etmeyin. sınavdan bir süre önce de önemli yerlere çalışırsanız ameleliği kalmaz öğrenciliğin. ayrıca yüksek notlar alıp çanı tavan yapmayın, çok gücüme gidiyor.


sağlıcakla,


ozan kayra

Thursday 18 November 2010

kuş


siz beni unutalı beri bir kuş kondu avcuma
tombul ve hantal. ücra düşler kurdu
bir kış günü. daha görmeden sarı yaprakları
beyaz bir çığlık koptu yığınlarca.
yalnızlık duruydu, durdu oracıkta.
yalnızlık şahtı, başım üstünde.
yalnızlık ne de yumuşaktı, kaba
sözlerin ardında. bitkin kaldı kuş
sığındığı avuçta. üzeri çığlarla örtüldü,
beyaz toprağın altında. siz unutalı beri..

Tuesday 16 November 2010

a song for the lovers



aklımca 'seni düşünmeyerek' seni cezalandırıyormuşum. ve bu sırada başkalarını düşünerek de kendimi. ne de loser'ım. =)

neyse ki bunu farkettim ve seni düşününce geçti hepsi. sıfırladım.

Saturday 30 October 2010

Kaplumbağa

Vaktim uzun
Aceleye gerek yok
Yüküm de ağır sırtımda
Bir hayat taşıyorum
Bazen durup da
Çekiliyorum kabuğuma
Bekliyorum bir şeyleri
Son gibi, ölüm gibi...
Takılıyorum
Yuvarlanıyorum
Ama hiç acelem yok
Ölümümü arıyorum dünyada
Boşa değil ya
Bu ağır adımlarım

Wednesday 13 October 2010

13 Ekim 1987, Nilgün Marmara


"ben marmara'da yüzer dedim intihar balıkları
ve orada uçar leş yiyen kuşları
o, evet, dedi
marmara tutunamadı"

Monday 11 October 2010

ahirette dış hatlar

dikkat!dikkat!
başlangıca 3 dakika 57 saniye kaldı.
intiharlı ölümlere gidenler
ihanet kapısına lütfen.
Zaman, elimizde olmayan bir sebeple
kontrol edilemiyor.
ışık pınarına sızan yıldız
tozlarının kirlettiği su
kalan umutları da mahvetti
sayın hortlaklar.
şu andan itibaren iyimserlik
köftesini menümüzden kaldırıyoruz.
telaş etmeyiniz,
yalan ağacında hala yeterli
sayıda meyve var.

dikkat!dikkat!
son 3 dakika 27 saniye.
ikinci şans affıyla gelen
günahkarlar talih geçidine.
bu fırsatı da kaçıranlar
bizzat tanrı tarafından
ateşli, çivili kutsal kitap
işkencelerine maruz kalacaktır.
yolunu şaşıranlar görevli ermişlerce
huzur kapısına yönlendirilecekler.
dünyadaki hızlı nüfus
artışı ve kıtlık sebebiyle
ek kontenjan açılmıştır.
başvurularnızı danışmaya yapınız.
kabul edilenler ot, koyun, inek,
taze kütük ve kümes ahalisi
peronlarına kabul edilecektir.

Saturday 9 October 2010

'Bir Yitmişliğin Öyküsü'nden


"Bir şarap şişesine akar bazen.
Şarap acısını boğar, ruhu şişeyi doldurur.
Çaresizlik avlusunda sızar belki ölür diye,
Nihayet ölüm gelir bir tıkaç olur şişeye."

Varlık Dergisi, Aralık 2004

Tuesday 5 October 2010

beni benden koruyun, memur bey!

dün gece saat 1 gibi arkadaşımdan çıkmış eve dönüyordum. yürüyeceğim mesafe 10 dakikaydı. henüz 3 dakika yrümüştüm ki yolun kenarında, arkamdan gelen bir ışık gördüm ve arkama baktım. sonra o ışık yaklaştıkça yavaşladı. evet, bu oydu. kaçınılmaz olan gelmişti çok da gerekliymiş gibi.. POLİS..



durdum. yaklaştım.

"nereye gidiyorsun?"

"efendim?"

"nereye gidiyorsun?"

eğilere.. "anlamadım.."

"nereye gidiyorsun?"

"eve gidiyorum."

"evin nerde?"

"ilerde!" hangi mahallede olduğunu falan da sordu iyi eğitilmiş sokak bekçimiz.

" arkadaşımdan çıktım, evime gidiyorum. garip olan ne anlamadım."

"biraz geç değil mi? ne iş yapıyorsun?"

"öğrenciyim. bunun vakti mi var?"

"çantanda ne var? laptop mı var?"



"efendim?"

"çantanda laptop mı var?"

"ne? anlamadım?"

"çantanda laptop mı var?"

"hayır.."

"ne var?"

"e kitap falan var.." artık gerilmeye başlamışımdır.. benim bu halimi gören polis memuru kendince samimi konuşmaktadır. hala kimliğimi sormamış, kasabanın şerifini oynamaktadır. "yani evime gidiyorum. arkadaşımdaydım. durduruyorsunuz. garip değil mi bu? yolda yürüyorum işte.."

"ama şürheli görünüyorsun.."

"arkamdan gelen arabaya baktım. bu mu şüpheli gösterdi?"

"yok, onla alakası yok. şüpheli görünüyorsun.. işimiz bu. şüphelenip durduracağız.."

"e siz herkesten şüpheleniyorsunuz. olmaz ki böyle.."

"güvenliği sağlamak için yapıyoruz bunu. korumak için.."

"vatandaşı da vatandaştan korumayın ama.."

gerginlik, heyecan ve korkuyla karışarak bu son cümleleri söyledim uzaklaşan aracın camından benimle konuşan polise. kafam dağılmış, gerilmiştim. son 3-4 haftada 2. kez gece yolda bir polis aracı tarafından durduruluyorum. bu kadar şüphe uyandırmamın sebebini bilmiyorum ama pısıp uslu ve ezik vatandaşı oynamak istemiyorum. maalesef ki bu konuda yapabileceğim pek bir şey yok de yok. kime şikayet edeceğim? ne diye şikayet edeceğim? etsem, ettiğim merci gülmek için kaba etini mi kullanır?

Sunday 3 October 2010

olasılık sanrısı'ndan

saçlarına karışan minik cin yavruları
sırlar oynardı gece bahçelerinde

Thursday 2 September 2010

zamanı toplasan 'bir' etmez
varla yok arası bir uçurum
dökülen tozlara karışan yaprak
kökleri görünen bir ağaçtır
uzanıp da tanrıyı dürten ince dal

ayağıma dolanan sarmaşık
imkanını zorlayan ahmaklık aşk
ok ve yay değil bu
gidenle kalanın hikayesi anlatılan

öyle bir laf et ki
tutulsun duyan

03/09/10
1:45

Wednesday 1 September 2010

ellerim


ellerim çaresizliğin yuvası
sığınır lanet olası uzuvlar
birbirine yalnızlık buzulunda
kaypaklığın nice çelimsiz ağında
kıskanır dalgaların
sevişgen dokunmasını kıyıya
düşer öylece iki uzağa
sessiz ellerim ketum
kesilse kan ter içinde
yine yumulur tek başına


24-25/08/2009 – 24/12/09

Tuesday 17 August 2010

duvar

o sahte gülüşlerden birini yakaladım yüzümde az önce. karanlıkta oturmuş, izlediğim diziden mutlu olma rolü yapıyordum. belki de rol değildi, bilmiyorum. tek emin olabildiğim içten gelen bir mutluluk olmadığıydı. beni böylesine kapayanın ne olduğunu düşünür buluyorum kendimi bazı zaman. gözlerimi kapayıp derin nefesler alırken zihnimi boşaltıyor ve yine o duvardan geçiyorum tüm hücrelerimle. çarpmıyoruz artık birbirimize. duvarımla barıştım, onu sevdim, okşadım, hücrelerimle birleştirdim.. içinden geçerken hep bir parçam onda kalıyor ya da tam tersi.. elim boynumda, affettiğimi ne kadar ilan edersem kendime, o an o kadar inanmak istiyorum buna. inanamıyorum. insan istediğine mi inanır? hayır, diyorum. insan içinde olana inanır. içinde tanrı yoksa, ateisttir. içinde aşk yoksa anlayışsız. peki iyilik ve kötülük neresinde bu ayrımın? bir ayrım olmalı mı? insan 'iyi ve kötü' olarak var olmuştur. 'veya'ya yer yok bu konuda. böylesi ancak kabullenilir kılıyor dünyayı ve insanlarını. yoksa insanları ve dünyaları mı demeli..

içimde af yok. yüksek sesle söylediğimde de inanıyorum buna. sadece bir sağduyu dürtüsü beliriyor, sonra o da onaylıyor. affedemediklerinden korkmalı insan. onu olduğu andan koparıyorsa ve başka bir zamana itiyorsa korkmalı affedemediğinden. ve yüzündeki tiksintiyi atmalı. duvarlarının içinden geçmeyi öğrenen birisi nasıl olur da onu yıkmayı başaramaz? onu yok sayarak, görmezden gelerek, kabullenerek.. duvarını yıkmak için ona dokunmalısın. ona sarılmalı, vurmalı, itmelisin. sarsmalısın en ikilemli ifadeyle. taşın ruhunu sarsmazsan hep orada dikilir yıkılsa bile.

Thursday 22 July 2010

atlas


bir keresinde öfkeyle karmıştım sevgimi
başıma gök düştü, ezildi omuzlarım
yıldızlar saçlarıma döküldü beyaz
bulutlar sindi gözlerime, ama
yandım içten başlayarak
yükseldim göğün karanlık boşluğunda
tek bir güneşim şimdi o gökte

Wednesday 14 July 2010

araf

kaç saattir yürüdüğümü bilmiyordum. artık yürümeyi günlerle ifade etmeliydim. 5. günümdü sokaktaki. 12 saatlik tren yolculuğumu da hesaba katınca 6 gündür de uykusuzdum. tabi metronun ilk ve son durağı arasında gidip gelirken uyduğum 2 saatlik uykuları saymazsak. bir gece de parkta uyumuştum ağaçların altında. helena'yla mesajlaşıyorduk sürekli. dünyanın öbür ucundan, hindistan'dan bana yardımcı olmaya, sam'e ulaşmaya çalışıyordu ama elinden hiçbir şey gelmiyordu. yaşadığı stresi tahmin edebiliyordum, ben bile daha rahattım belki ona göre..

o gece pazardı. gökyüzü alacakaranlık-gece moduna geçmişti. demek ki saat 11 ile 3 arasında bir vakitti.ana caddeleri bitirmiş, ara sokaklara merakla dalıyordum. üst caddeye çıkan karanlık bir merdivende üç-beş gölge takılıyordu. yukarı çıkarken birden burun deliklerim genişledi ve o özlediği kokuyu aldı.. içinde bulunduğum mülteci ruh haliyle es geçtim tabi, utanmıştım. ama böyle bir konuda ve bu haldeyken utanma olmazdı, değil mi? bir saat sonra tekrar aynı yerden geçtim. ayaklarım gideceği yönü biliyordu nasılsa. merdivenlerden çıkarken adımlarım ağırlaştı. derin bir nefes aldım ve iyice yavaşladım. tam bu anda duyduğum cümle gerçek olamazdı:

"içmesi nice?"

"ne? türkçe biliyor musn?!" bu kadar şaşırıp, bu kadar da sevinemezdim. durdum ve laflamaya başladık. çiftli aramızda dönüyordu artık. bir türk, bir yunan, bir de ben.. memleket hasretiyle tutuşan Mustafa bir çiftli daha sardı. istanbul'u özledi, türkiye'yi özledi ve "türkiyem" güfteli bir uzun hava tutturdu. içtikçe gözlerim açılıyordu..

mustafa'ya baktıkça "neredeyim ben? kim bu insanlar? n'apıyorum bu insanların yanında?" soruları beynimde çakmaya başladı. mustafa çantasının üzerinde oturuyordu, boyu düşündüğümden çok daha kısaydı ve tutturduğu uzun havayla bir keloğlan imajı çiziyordu önümde. sonra yunan arkadaşına isveççe birşeyler söyledi ve adam gitti. anlamıştım ne söylediğini ama paranoya ve trip beni sormaya itti:

"nereye gitti arkadaşın?"

"tatlı bir şeyler almaya yolladım.." evet doğruyu söylüyordu. sonra devam etti. "5 gündür sokaklardasın, görüyoruz.." birden gerilmeye başladım.

"arkadaşıma geldim ama ulaşamıyorum şimdi ona. haber bekliyorum." burada işim bitmişti. bütün kan bacaklarıma hücum etmeye başladı. kaçmak istiyordum ama yapılan ikrama karşılık mustafa'yı yalnız bırakıp gitmem hoş olmayacaktı. arkadaşı gelince hemen toparlanıp kalktım.

"nereye gidiyorsun?"

"tribe girdim, biraz yürümem lazım.."

"birşeye ihtiyacın olursa çekinme gel.." işte şimdi tam dehşete düşmüştüm. gecenin bu saatinde sokakta esrar içen bir adam bana nasıl yardım edebilirdi düşünmek bile istemiyorum. hızla yürüyüp uzaklaştım oradan. hava da aydınlanmıştı bile.

bu arada helena'ya mesaj atıp harika hissettiğimi yazmıştım. 4 saat önce berbat bir durumdayken şimdi değişmiştim. hayatımda yaşadığım en muhteşem kafa hala bu dakikalardır.

trafik ışıkları sürekli 'bip' sesleri çıkartıyordu. kırmızıda ve yeşilde ritimler hızlanıp yavaşlıyordu.  boş sokaklarda yürürken caddedeki bütün trafik ışıklarının sesini duyuyordum. dahası, kafamın içinde bir dj vardı da bütün sesleri düzenleyip harika bir şarkı çalıyordu. dans etmek istiyordum. nitekim de öyle yaptım. boş bir ara sokağa girip çılgınlar gibi dans ediyordum. sanırım ilk kez içimden gelerek dans etmiştim hayatımda..

Friday 2 July 2010

düşüş

uçak indiğinde aklımda olan tek düşünce bir an önce otel bulup yemek yemekti. körükten çıktıktan sonra yolcumun yanımda olmadığını fark ettim. söylene söylene geri döndüğümde adamın yanında bir kadın polisle koca bir alman kurdunun durduğunu gördüm. artık geri dönemezdim. sırıtarak yanlarına gidip sordum:

"bir sorun mu var?"
"köpek sizden hoşlanmadı. lütfen beni takip edin.. nereden geliyorsunuz?"
"hindistan."
"nerelisiniz?"
"kıbrıslıyız arkadaşımla.."

bu arada, aramızda ingilizce konuşuyor olmamız da komikti tabi. uzun ve geniş koridorda ilerleyerek bir odaya girdik. hemen arkamızdan valizlerimiz gelmişti. odada 10 kadar polis vardı. rahat davranayım diye uçakta içtiğim şaraplar şimdi bir komediye sebep olacaktı.

valizimin yarısı türkçe kitaplarla doluydu. kitapları benim alacağım konusunda anlaşmıştık ciwanla. bunların hangi dilde olduğu tartışılırken, diğer taraftan eşyalarım didik didik ediliyordu. komikti, aradıkları birşeyler vardı: uyuşturucu. oysaki hindistan'dan bambaşka bir amaçla gelmiştik..

"poşetteki çamaşırlar kirli, kokarlar. açmanızı tavsiye etmem.." suratıma bir bakış fırlatıp açtı poşeti genç kadın. yüzündeki ekşimeyi görünce bilmiş bilmiş: "sizi uyarmıştım.." dedim. sağ tarafımda da cüzdanımı boşaltan iki erkek polis vardı. "başkalarının eşyalarını karıştırmak hiç hoş bir davranış değildir.." ne saçmalıyordum böyle. gelen cevap beni susturmalıydı.. "biz kötü çocuklarız!" bu sırada yanımda da yolcuma aynını yapıyorlar, bir yandan da sorguluyorlardı. çaktırmadan hem onları dinliyordum hem de ona göre cevaplar veriyordum.

küçük, beyaz duvarları olan, penceresiz bir odaya aldılar ayrı ayrı. tamamen soyunmamı istediler. çok utanmıştım. iki tane adamın karşısında bu şekilde soyunmak.. odadan çıktığımızda kitapların başında bir kadının onların dilini onayladığını gördüm. bu saatten sonra türk olduğumu inkar edecek değildim. hemen atladım:

"aa.. türkçe biliyor musunuz?"
"ben.. çok az bliyorm.."

evet, yaka kartına bakınca kadının yunan olduğunu gördüm ve yutkundum.. ne de olsa çantamdaki kıbrıs pasaportuydu..

buradaki işimiz bitince başka bir yere götürdüler bizi. havaalanı karakoluydu burası sanırım. bir hücreye koyulduk. hala yolcumu sakinleştirmeye çalışıyordum. sanki gerizekalı adam zaten buraya iltica etmeye gelmemişti. duvarlarda her dilden yazı vardı. benden önce gelen türkler sakinleştirici telkinlerde bulunmuşlardı. aslında belliydi ki onlar da çok rahattı.. 'rahat olursanız hiçbir şey olmaz. sakin olun yeter..'

tabi ki burada da rahat durmadım. hindistandan beridir sigara içmemiştim. sigarasızlık beynime vuruyor, hatta dışarı çıkmak için sinirlerimi yırtıyordu.

"sigara içmem lazım. bu benim hakkım. insan haklarına aykırı bu yaptığınız!!" nasıl bir saçmalıktır bu.. ama bedenimin buna ihtiyacı vardı. polis ısrarla beklememi söylüyordu. en sonunda kendi kullandıkları şeyi (bir tür tütündü sanırım ama çiğnenen cinsinden. hala tam olarak ne olduğunu bilmem..) uzattı. benim cevabım yine takdire şayandı:

"bilmediğim şeyleri kullanmam ben!" söylerken bile komik gelmişti bu..

Thursday 24 June 2010

leopold'de son yemek - keman kebap

mumbai'ye vardığımda cebimde birkaç isveç kronu vardı. helsinki'de ciwan'ın yakalanması, stockholm'de paramı kaybetmem, son günümü neredeyse sadece tatsız uçak yemekleriyle geçirmiş olmam ve şimdi de havaalanında kısılıp kalmam.. ne olursa olsun kendimi güvende hissediyordum. uçaktan iner inmez insanın burnunu kesen 'mumbai kokusu' ve boğucu sıcaklık..

telefonumda hiç para yoktu, arama yapamıyordum. yapmam gereken sam'i aramaktı. sonrasını onlar çözeceklerdi. havaalanının dışındabir masada kurulu ücretli telefonu kullanabilmek için hintlilerle sıkı bir pazarlığa girdim. bozuk para olduğu için mi, isveç kronu olduğu için mi net hatırlamıyorum ama pek yanaşmamışlardı. ısrar ısrar üstüne sam'le konuşmayı başardım. bir taksiye binip colaba'daki otelin önüne gitmemi söyledi. bizden birisi ihtiyacım olan parayı getirecekti. buraya kadar sorun yoktu, ancak hindistan'da olduğum gerçeğini taksiye binmeye çalışırken tekrar anladım. otelin önüne gelmiştik, ancak ortada bizimkilerden hiç kimse yoktu. taksici yalan söylediğimi düşünüp kaygılanmaya, kaygılandıkça da dırdır etmeye başlamıştı bile. neyse ki bekleyişin ardından adam geldi. beni otelde bir odaya yerleştirdikten sonra da gitti. hemen birikmiş kirli çamaşırlarımı yıkamaya koyuldum banyoda. zor bela işimi hallettikten sonra ıslak çamaşırları etrafa yaydım ve tavandaki vantilatörü çalıştırıp çıktım. odada çıkacak fırtınanın çamaşırları kurutmasını umuyordum.

çıkmadan biraz önce sam'den bir telefon aldım. akşam altı buçuktaki uçuşla tekrar gitmek isteyip istemediğimi sordu. bir an önce bitsin istiyordum bu kargaşa, kabul ettim. odadan aceleyle çıkıp leopold'e gittim. ciwan'la karı-kocalar gibi kavga edip edip yine birlikte geldiğimiz yer leopold. kah duvarlardaki posterlere bakıp, kah etraftaki insanları izleyip babil'in kulesine benzettiğimiz yer.. kebap yedim acele acele. günlerdir yediğim tek düzgün yemekti bu, tadını çıkardım.