Saturday 30 January 2010

10 gündür şiir yazmaya çalışıyorum. ah ne sancı. acı desek acı var, imge desek o da.. ne gerekiyorsa var gibi. 'gibi' işte, olsaydı her şey yazılmıştı şimdiye. acı var dedim ya, neden olduğunu tam olarak bilmiyorum ben de. neşeli şiir yazamıyorum, o konuda konuşmayın, terslerim. of bu yazı çok saçma oldu ve düz yazı yazmak istemiyorum. blog yazmaktan şiir yazamaz oldum. ne yazmaya başlasam blog yazısı şeklinde oluyor. hatta ödev yazarken bile bu formatta yazdım, gördünüz. neyse sustum ben.

Monday 25 January 2010

yangın


silik bir gölgenin içine düştü şehir
yangından kurtulan evlerde hala mücadele
küllerin arasında bir taş, değerli olmalı
ruhları yaralayan alevin bile yok edemediği taş
her tarafta yaralılar, gövdesi kömür kollar, aksayan kalpler

silik bir gölgenin içine düştü şehir
insanlar toz parçaları gibi dağılıyor meydanlarda
umursamak elde değil, umarsızlığın ini şehir
toz parçacıkları dumana bırakıyor kendini
yumuşak bir yatak sanıp ölümün izlerini

silik bir gölgenin içine düştü şehir
odamın duvarları boş, eşyalar üstüste
öldürücü bir cinnet anı konuyor pencereme
perdeler kapalı, perdeler kapalı
görmüyorum cinneti, duymuyorum
kulaklarım kapalı, gözlerim kapalı
inkar ediyorum bir yangın mahallinden kaçtığımı
dumana sığınıp unutmaya çalıştığımı

haziran 2008

Sunday 24 January 2010

bütün bloglara bir şiir

lady lazarus by sylvia plath

i have done it again.
one year in every ten
i manage it--

a sort of walking miracle, my skin
bright as a nazi lampshade,
my right foot

a paperweight,
my face featureless, fine
jew linen.

peel off the napkin
o my enemy.
do i terrify?--

the nose, the eye pits, the full set of teeth?
the sour breath
will vanish in a day.

soon, soon the flesh
the grave cave ate will be
at home on me

and i a smiling woman.
i am only thirty.
and like the cat i have nine times to die.

this is number three.
what a trash
to annihilate each decade.

what a million filaments.
the peanut-crunching crowd
shoves in to see

them unwrap me hand and foot--
the big strip tease.
gentlemen, ladies

these are my hands
my knees.
i may be skin and bone,


nevertheless, i am the same, identical woman.
the first time it happened i was ten.
it was an accident.

the second time i meant
to last it out and not come back at all.
i rocked shut

as a seashell.
they had to call and call
and pick the worms off me like sticky pearls.

dying
is an art, like everything else.
i do it exceptionally well.

i do it so it feels like hell.
i do it so it feels real.
i guess you could say i've a call.

it's easy enough to do it in a cell.
it's easy enough to do it and stay put.
it's the theatrical

comeback in broad day
to the same place, the same face, the same brute
amused shout:

'a miracle!'
that knocks me out.
there is a charge

for the eyeing of my scars, there is a charge
for the hearing of my heart--
it really goes.

and there is a charge, a very large charge
for a word or a touch
or a bit of blood

or a piece of my hair or my clothes.

so, so, herr doktor.
so, herr enemy.

i am your opus,
i am your valuable,
the pure gold baby

that melts to a shriek.
i turn and burn.
do not think i underestimate your great concern.

ash, ash--
you poke and stir.
flesh, bone, there is nothing there--

a cake of soap,
a wedding ring,
a gold filling.

herr god, herr lucifer
beware
beware.

out of the ash
i rise with my red hair
and i eat men like air.

-------------------------------------

çevirisi(ekşisözlükten):

işte yine yaptım
her on yılda bir
böyle bir tane beceririm

bir tür ayaklı mucize, tenim
bir nazi lamba siperliği kadar parlak,
sağ ayağım

tüy kadar hafif
yüzüm ifadesiz, incecik
yahudi kumaşından.

çözün kundağı
ah, sevgili düşmanım.
korkutuyor muyum? -

burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
acı nefesi
ertesi gün yok olacak.

yakında, çok yakında
vahim bir öldür gücü
evimde, etimde olacak

ve ben işte gülümseyen bir kadın.
daha sadece otuzunda.
ve kedi gibi dokuz canlıyım.

bu üçüncü sefer.
ne lüzumsuzluk
on yılda bir imha.

bu ne çok iplik.
çekirdek yiyen kalabalik
itişir içeri görmek için

ellerimi ayaklarımı çözmelerini -
muhteşem soyunmalar.
baylar, bayanlar

bunlar ellerim benim,
bunlar dizlerim.
bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,


ben de onlardandım, tek tip kadın işte
ilk seferinde on yaşındaydım.
kazaydı.

ikinci seferinde istedim
bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
üst üstüme kapaklandım.

tıpkı bir midye gibi.
tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan solucanları

ölmek
bir sanattır, herşey gibi.
özellikle iyi yaparim.

bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
sanki gider gibi bir davete.

bunu yapmak çok kolay bir hücrede
ölmek ve kımıldamamak
ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi

güneşli bir günde geri gel
aynı yere, aynı yüze, zalim
eğlenen çığırışlara:

'mucize!'
işte bu yere yıkar beni.
ama bir bedeli var.

yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
kalbimi dinlemenin ----
hakikaten çalışıyor.

bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
bir sözün, veya bir dokunuşun.
ya da biraz kanımı akıtmanın.

bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.

eee, herr doktor.
eee, herr düşman.

sizin eserinizim ben,
paha biçilmez,
altın topu bebeğinizim

bir çığlığa eriyen
dönüyorum ve yanıyorum.
gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.

kül, kül -
külü eşele bak.
etten kemikten eser yok----

bir kalıp sabun
bir nişan yüzüğü
altın bir diş.

herr tanrı, herr şeytan
savulun
savulun.

küllerin arasından
doğrulurum kızıl saçlarımla
ve çıtır çıtır adam yerim.

Friday 22 January 2010

ilginçlikler cumhuriyeti'nde bir gün


bugün ilginç birkaç habere denk geldim gazetede. ilginçlik konusunda abartıyor muyum bilmiyorum. bir de buyurun, siz göz atın isterseniz..


eski eminönü eski belediye başkanı tahir aktaş 1992 yılında bir çorap fabrikası satın almış sultanahmet'te. sonra buranın yıkımı esnasında yerin taa 13 metre altında I. konstantin elçileri kabul ettiği 'magnaura sarayı'nı bulmuş. bakar mısınız tesadüfe. o muhteşem kanunlarımıza göre mülkünüzün altından bir başka mülk çıkarsa, o da size ait olurmuş. tarihi esermiş, davulmuş, zurnaymış.. önemli değilmiş. mülk sahibi de burayı 12 milyon yuroya satışa çıkarmış. vatikan da buraya talipmiş. bence vatikan alsın, zira düğün salonu bile yapmayı düşünen 'yatırımcılar' var imiş. o yatırımcıları asite yatırıp silsek yeryüzünden tarihi eserlerin selameti açısından daha iyi olur belki de. vatikan en azından kendi kültürünün bir parçası sayar da sahip çıkar. ama en akla yatkını buranın müze olması, en azından düğün salonu olmamasıdır.


vatikandan bahsetmişken, onla ilgili bir başka ilginç haber de şu: fransa'da iktidar partisi kamuya açık yerlerde türbanı yasaklamaya karar vermiş. vatikan da buna karşı çıkmış. cumhuriyetin vatandaşlarının ne giyeceğine hükümet karışamazmış. bir de katolik kilisesinin müslümanlarla ilişkilerden sorumlu bir görevlisinin olmasını da üstüne ekleyince vatikanın ne kadar da siyasi bir kurum/yapı olduğu bir kez daha gün yüzüne çıkmış oluyor. bir de bu türban tartışması hiçbir 'laik' ülkede de bitmiyor. ne komik! seküler olsunlar, kimsenin derdi olmasın yani..


askere sivil yargının yolu kapanmış. ergenekon da dahil bir ton dava boşa gidecek bundan sonra. ibret-i alem olsun, ayıp olmasın diye birkaç kişiyi göstermelik bir şekilde cezalandırırlar, biter bu da. akp'ye zıtlık olsun diye her türlü eylemi yapıyorlar. milletvekillerinin içişlerinin izni olmadan cezaevlerini ziyareti de yasaklanmış. dtp'nin uzantısı olacak olan parti için önhazırlık olsa gerek bu da.

balyoz güvenlik harekat planı'nda dost kurumlar arasında geçen türkiye gençlik birliği'nin(tbg) 2006'da kurulmuş olmasına rağmen 2002'deki belgelerde adının geçmiş olması taraf gazetesi'nin 'büyük başarısı' olarak gösterilmiş. okuyucu yorumlarında söylendiği kadarıyla derneğin vizyonunun darbe planlarıyla uzaktan yakından alakası da yok..

bir de erdoğan eylem yapan tekel işçileri aç olduklarını söyledikleri için "ajitasyon yapıyorlar." demiş.


şimdi bunların ne kadar ilginç olduklarına siz karar verin.. =)

kaynak: 22.01.2010 tarihli radikal gazetesi

Monday 18 January 2010

hadi canım sen de..



tekdüzeliğin ihtişamlı sefasını sürüyorum bugünlerde. hayat basit, sıradan, rutin ve dertsiz. çamurda yuvarlanan domuzlar gibiyim. altyapıyı sağlamlaştırdım ki şimdi gökdelen diksem vız gelir, bir de tırıs geçer üstüne.

bir diyeceğim daha var: çok sıkıldım ondan bahsetmeye ve olayların ona mal edilmesine. "hadi canım sen de.." diyorum..

unutmadan sigarayı neredeyse bıraktım!! şimdi herkes bıraksın istiyorum..

Wednesday 13 January 2010

Polonya Üzerine Notlarım

Varşova’ya inişimde pasaport kontrol memurunun “Daha önce Batı Avrupa’ya geldiniz mi?” sorusundan anladım ki Polonya’yı bir Batı Avrupa ülkesi olarak görüyordu bazıları. İçten içe gülmüştüm. Daha sonra beni havaalanından alan arkadaşımın evine giderken buz gibi bir iklim ve mimariyle yüzyüze geldim. Binalarıyla, sokaklarıyla ve tramvaylarıyla bir Post-Sovyet ülkesiydi burası. Diktatörlüğün izlerini hala taşıyordu. Kafamda nereye geldiğime dair şaşkınlık ve soru işaretleri yankılanıyordu. Siteler halinde yapılmış konutları küçük odalardan oluşuyordu. Tüm bunları Polonyalı arkadaşlarıma söylediğimde içerleyerek ve nezaketlerini korumaya çalışarak inkar edeceklerdi daha sonra.
Önümdeki beş ayı geçireceğim şehir Varşova’nın hemen güneyinde, trenle iki saatlik bir mesafede olan Radom’du. Tren istanyonunda bir Türk arkadaşımla buluşup Radom’a doğru yola koyulduk. Trendeki bilgilendirme yazıları üç yabancı dildeydi; Almanca, Fransızca ve Rusça. İngilizce’nin bu kadar az kullanılmasına şaşırmıştım. Hatta daha sonra İngilizce bilen birilerini bulmanın zaman zaman ne kadar zor olduğunu da tecrübe edecektim. Trenler eskiydi daha çok, ülkenin dört bir yanı köşe bucak ağ gibi raylarla döşenmişti. Almanlardan ve Ruslardan hiç de azımsanmayacak bir iyilik olarak gördüm bunu.
Radom’a vardığımızda gece yarısıydı. Elimdeki adresi taksiciye verdiğimde epeyce dolandırılacağımı ve yanlış adrese bırakılacağımı bilemezdim. Taksicilere dair evrensel bir olgu olmalı bu. Sonunda yurda vardığımızda beklenmedik misafirler olduğumuzu gördüm. Geleceğimiz konusunda bilgilendirilmemiş resepsiyon görevlisi gecenin yarısında İngilizce bilen birilerini arıyordu. Sonunda geçici bir odaya yerleştirildik. Ertesi gün yurt müdüresinin yarım yamalak İngilizcesi’nin yardımıyla odama yerleştim. Şehirle ilgili bilgi almak için merkezdeki Tourist Information Office’e gittiğimde orada çalışan memurla, Krzysz(Chris), daha sonra arkadaş olduk. Şimdi okul başlayana kadar gezme vaktiydi.
İlk durağım Krakow oldu. Almanların yıkmadığı tek Polonya şehriydi Krakow. Tarihi dokusuyla ülkenin kültür başkenti olarak anılıyordu. Amiyane bir karşılaştırmayla Krakow İstanbul’a, Varşova da Ankara’ya benzetiliyordu. Tarihiyle eski başkent ve soğuk binalarıyla yeni başkent.
Yeni bir şehre gittiğimde müzelerini gezmektense sokaklarında yürüyüp insanlarını incelemeyi yeğlerim. Bu bugünü ve dünü, ve hatta geleceğiyle ilgili birçok tüyo verir gibi geliyor. Krakow’da eski Yahudi bölgesi olan Kazimierz Mahallesi şimdi gece hayatının merkeziydi bu şehir için. Varşova’dan Krakow’a kadar uzanan nehirde deniz taşımacılığının yapılmıyor olmasını garipsemiştim. Nehrin buna elverişli olmadığını söylediler. Zaten ülkenin kuzeyindeki Baltık Denizi’nden başka denizleri de yok, ki bu da soğuk bir deniz. Nehrin hemen yanındaki Vawel Kalesi, şehir başkentken kralın kaldığı yerdi, ve eski Papa’nın halkı selamladığı katedral de kalenin içindeydi. Bu katedralde kraliyet ailesinden bazı şahsiyetlerin mezar anıtlarıyla birlikte Avrupa’yı Viyana’da Türklerden kurtarmalarını temsil eden kabartmalar yer alıyordu. Polonya bu durumla övünüyordu. Kendilerini Avrupa’yı kurtaran devlet olarak görüyorlardı. Evvelki sene ‘kurtarışın’ yıl dönümünün şaşaalı bir şekilde kutlanması belediye başkanının gereksiz harcamalar yaptığla ilgili söylentilere neden olmuş. Son olarak Vawel Kalesi’nin altındaki mağaralarda yaşayan bir ejdarha ve prenses hakkında efsanesi de vardı.
Kapitalizmin ülkeye nasıl işlediğine daha sonra değineceğim ancak Krakow’la ilgili söylemem gereken bir diğer şey tren istasyonunun hemen yanındaki büyük alışveriş merkezi Centralna Krakowka gerçekten büyük ve güzel bir yerdi. Ziyaret ettiğim diğer şehirlerde böyle büyük ve kompleks bir alışveriş merkezi görmediğim için değinmek istedim.
Sonrasında Krakow’a 2 kere daha gittim. Buna rağmen Auschwitz’i çeşitli nedenler yüzünden görememiş olmamı Polonya’ya tekrar gitmek için bir bahane olarak görme iyimserliğinde olmak istiyorum. Auschwitz’e gitmek istediğimi söylediğim her Leh bana gitmememi söyledi. Bu konuda çok hassas olduklarını söyleyebilirim. Burada yapılan soykırımın çok üzücü olduğunu ve bu kampın gerçekten acı verici olduğunu söylediler. Gerçekten de orayı ziyaret eden bütün arkadaşlarım günlerce etkisinde kurtulamadı. Herkes hep bir ağızdan gitmememi söylüyordu. Ülkedeki azınlıklar nüfusun %2-3’den fazlasını oluşturmuyor. Hitler Almanyası Polonya’da sırasıyla Yahudileri, Lehleri ve çingeneleri kırmışlardı. Hatta korkunç bir şekilde Lehlerin derilerinden eldiven yaptıklarını da öğrenince dehşete düşmüştüm.
Radom’a döndüğümde Türk bir oda arkadaşı istemediğim için birbuçuk ay kadar yalnız kaldım. Bu süre içinde çok fazla dışarı çıktığım söylenemez. Sınıfım 30 Türk ve bir İspanyol’dan oluşuyordu. Selçuk Üniversitesi sanki Radom’a taşınmıştı. İstanbul’dan geldiğim için Türkler tarafından garipseniyordum. Zaten daha sonra yaşadığım sorunları da yalnızca Türklerle yaşamıştım. Oda arkadaşımın geldiğine sevinmiştim ancak daha sonra bu sevincim de kursağımda kalacaktı. Bulgar arkadaşımın(adını asla söyleyemedim) İngilizcesi yok denecek kadar kötüydü. Yalnızca zaruri durumlarda konuşuyorduk. Bir anlamda yine yalnız kalmıştım. Neyse ki ben oda değiştirmeyi düşünürken o başka bir odaya taşındı ve bir sabah aniden JP geldi.
JP(Jean-Pierre) Kanadalıydı. Quebec’ten gelen bir AISECer’dı. Bu sefer de hiç susmayan bir çocuğa denk gelmiştim ama eğlenceliydi. Marstan gelmiş gibi Avrupa’yı garipsiyordu sürekli. Zaman zaman aşağılıyordu da. Bir keresinde bandın üstündeki ‘Made in EU’ yazısıyla alay etmesine dayanamayıp susturmuş, ABD’nin de aslında bir birlik olduğunu hatırlatıp alay etmesinin yersiz olduğunu söylemiştim. Buna bozulmuştu biraz ama birinin dur demesi gerekiyordu JP’ye.
Soğuk ülke insanlarının soğuk olmasının bir hurafe olduğunu söyleyebilirim. Bunu Polonya ve İsveç tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Birçok açıdan Türklere yeğlerim bu insanları. Polonyalılara gelince, yaşıtlarım komünist rejim sonrasının ilk kuşağıydılar. Kapitalist rejimin dayanaklarından biri saydığım bireysellik henüz kendini çok fazla belli etmiyordu. Komünizmin toplumsal bilinçaltına kazıdıkları kolaylıkla silinemeyecek ve Polonya batılı anlamda bir Avrupa ülkesi olamayacak bana kalırsa. (Aynı Türkiye gibi.)
Radom’da vaktimi nasıl geçirdiğim oranın insanları ve kültürü hakkında edindiğim tüm yargıların toplamıdır aslında. Votkalarıyla övünen insanlardı Lehler. Bunda haklılar da. Ruslardan sonra en çok votka içenler onlardı. Bununla doğru orantılı gördüğüm bir diğer durum da eğlenmeyi çok iyi biliyor olmaları. Barlarında, kulüplerinde insanları rahatsız edenler yine var, ama Türkiye’yle kıyaslarsak çok daha rahat. Kadın-erkek ilişkilerinde gördüğüm kadarıyla erkekleri ısrarcı ve kaba değil bizimkiler kadar. En azından bu ısrarcılıkları kabaca değil. Avrupa’nın ortak kültürü biraz da buydu sanırım.
Türklere benzedikleri bazı noktalar da gözüme çarptı. Bu yıl okulumuzda erasmus öğrencisi olan Ania ve ailesini bu konuda örnek gösterebilirim. Radom’daki Türk öğrenciler evlerinde, evlerinde olmasa da yurtta annesinin yaptığı yemeklerden yemişlerdir. Her zaman ve her şart altında Ania yardımlarına yetişmiştir. Doğrudan bir ifadeyle gelenek olarak ve aile yapısıyla çok da farklı değiliz.
Yukarıda bahsettiğim Krzysz bugüne kadar tanıdığım en ilginç insanlardan birisiydi. Şehir yenileme komitesinde gönüllü olarak çalışıyor, Radom’un tarihinin Radomlularca bilinmemesine üzülüyordu. Gerçekten de bana gösterdiği Radom benim gördüğüm Radom’dan daha ilginçti.
Polonyalıların en can sıkıcı yönleri Katolik olmalarıdır, hem de koyu Katolik. Mübağala etmek gerekirse, her köşe başında bir kilise görmek bana kendimi evimde hissettirdi. Hele ki otobüsle kilisenin önünden geçerken insanların istavroz çıkarması beni korkutmuştu, hele ki gençlerin bunu yapmasından daha çok korkmuştum. Din konusunda çok hassaslar. Eski Papa ulusal bir kahraman olarak görülüyor. Ölüm yıldönümünde çoğu kişi pencerelerinin önüne mum yakıp koymuştu. Dine bu kadar sarılmalarını anlayabiliyorum aslında. Papa komünizme dini açıdan karşı olmalıydı ki komünizmden kapitalizme geçişte önemli bir köşe taşı olmuştu. Bir başka deyişle muhafazakarlar galip gelmişlerdi. İşte tam da bu anlattıklarımdan dolayı Türkiye’yle Polonya’nın dini-kültürel açıdan tek farkı Müslümanlık-Hristiyanlık, ya da Sünnilik-Katoliklik’tir.
Eğitim sistemleri bizimkinden farklı. Bu konu her zaman kafamı karıştırmıştır. Ülkemde oturmuş bir eğitim sistemimin olmamasına, dahası sürekli değişmesine bağlıyorum bunu. Üniversiteye giriş sınavı her ders için ayı oluyor ve sözlü mülakat da sınav sisteminin bir parçası. Hatta bu, üniversitedeki sınav sisteminin de bir parçası. Genelde küçük çapta özel üniversiteler Polonya’da da var. Bu okullarda açıköğretim sistemine benzer bir sistem uygulanıyor. Normal, haftaiçi eğitimden daha yüksek fiyatı olan bu sistemi daha çok çalışan gençler tercih ediyor. Göze çarpar bir şekilde çalışkan bir ulus Lehler. Bu yönleriyle Batı Avrupa’da da ünlü olduklarını söyleyebilirim. İki haftada bir haftasonları çok yoğun bir şekilde üniversite eğitimi alabiliyorlar. Okuduğum okulda ağırlıklı olarak bu tür öğrenciler olduğu için haftaiçi hep boştu. Ülkede asgari ücret 1200 Zloty, yani yaklaşık olarak 300 Euro.
Polonya doğu-batı arasında Slav-Germen kültürüne sahip melez bir ülke. Komünizmin yarattığı travmayı atlatmaya çalışan Katolik bir Orta Avrupa ülkesi. Evet, Polonya’yı tek bir cümlede anlatmak gerekirse bu yeterli olcaktır.


Not: Yukarıdaki yazı dış politika analizi dersim için not yükseltme ödevidir. 2008-2009 bahar yarı döneminde gittiğim Polonya izlenimlerimdir.